YAZIÇEPNİ

Bozkırın ortasında bir köy vardı: Yazıçepni. Rüzgâr kavruk yamaçlardan inerken kavak yapraklarını sertçe sallıyor, çeşmelerden doldurulan testiler omuzlarda taşınıyor, elektriğin uğramadığı evlerde geceleri gökyüzü aydınlatıcı oluyor, sabahları horoz sesleri uyandırıyordu. Kerpiçten yapılmış damlı evlerin önünde dut, erik, elma ağaçları vardı. Çocuklar tozlu sokaklarda yalınayak koşar, kadınlar tandır başında ekmek kabartır, erkekler sabanını alıp tarlaya yönelirdi. Akşamüstü dumanı tüten ocaklar köyün üstüne siner, her evden ayrı bir yemek kokusu yükselirdi.

Adını, bozkırın ortasındaki düzlüğe yaz mevsimi gibi serilen verimli topraklardan almıştı. Boğazlıyan’ı Kayseri’ye bağlayan Atatürk Yolu’nun kenarında, kavaklarla çevrili, kerpiçten yapılmış, damları toprakla örtülü evler yükselirdi. Bu evlerin önünde kimi zaman bir dut, kimi zaman elma ya da armut ağacı vardı. Gölgeleri yazın sıcağında serinlik, meyveleri çocukların avucunda sevinç olurdu. Bazı evlerin duvarlarına sarmaşıklar tırmanır, pencere önlerinde çoğu eski yağ tenekelerinden yapılma çiçekli saksılar dururdu. Her ev, önündeki gölge ve kokuyla kendini belli ederdi.

Köyde insanlar birbirini tanır, bilir, gözetirdi. Yardımlaşma, şakalaşma, iyilikseverlik günlük hayatın olağan akışıydı. Buna “yarenlik” denirdi. Bayram sabahları, namazdan sonra herkes sıraya girer, en yaşlıdan en küçüğe kadar eller öpülür, ardından kucaklaşmalar köy meydanını doldururdu.

Sabahın en erken saatlerinde kalkıp ocağı yakanlardan biri İpek Ana’ydı. Henüz gün doğmadan taşların arasından yükselen kıvılcımla ocağı tutuşturur, çocuklara bulgur pilavı pişirirdi. Elektrik olmadığı için sofrayı aydınlatan loş lambaların titrek ışığı olurdu. Yer sofrasının etrafına çömelinir, kaşık sesleri arasında söze pek gerek kalmazdı. Köyde çoğu şey gözle anlaşılır, bakışla paylaşılırdı.

İpek, Kara Ömer’in eşiydi. Çocuk yaşta geçirdiği bir hastalık yüzünden bir gözünü kaybetmişti. Buna rağmen herkesi yüreğiyle görebilirdi. On bir çocuğu olmuş, altısını kaybetmiş, beşini yaşatmıştı. En büyüğü Ahmet’ti. Evde iş hiç eksik olmazdı: hayvanlar, bağ, bahçe, çamaşır. Çocuklar arasında iş bölümü vardı, herkesin görevi belliydi. Resul ile Hanım, sabahları atları yaymaya götürürdü.

Atlar kaz ayağı otunu görünce sabırsızlanır, gözleri parıldardı. Eşek turpu, keven, ballıbaba, kangal, kılamık, analık yağlığı… Her biri onlar için ayrı bir tat olurdu. Bu otların kokusu rüzgârın uğultusuna karışarak köyün havasına sinerdi.

Okul gölün kıyısındaydı. Taşları, eski bir kilisenin kalıntılarından alınmıştı. Duvarlarında hem zamanın aşındırdığı izler, hem de insanların emeği saklıydı. 1933’te Yozgat Valisi Baran tarafından açılan bu okul yalnızca harfleri değil, yaşamı da öğretirdi. Tahta sıralarda oturan çocuklar kitaplardan dünyayı öğrenirken, toprağın kokusunu, gölün sesini, rüzgârın dilini de duyardı. Vali Baran’ın “Bu köy, aklıyla göze çarpıyor” sözü hâlâ hatırlanırdı. Okul, Yazıçepni’nin eğitime verdiği önemin sessiz ama güçlü bir işaretiydi.

Çocukların dünyasında en sevilen oyun aşık oyunuydu. Koyunların bacak kemiklerinden yapılan taşların çarpışmasıyla çıkan ses, Yazıçepni’nin taşlı sokaklarına yayılırdı. Haral oyununda köşe bucak kaçışan, gizlenen çocukların kahkahası göğe yükselirdi. Mevsimine göre bilyeler ya da uçurtmalar ellerde dolaşır, her biri ayrı bir sevinç olurdu.

Köyün en renkli yüzlerinden biri Kara Ömer’di. Şen, şakacı, biraz muzip; herkesin gönlünde bir yeri vardı. Ama onun yaşamı yalnız kahkahayla değil, alın teriyle de örülmüştü. Çocukken babası Hasan’ı kaybetmişti. 1915’te seferberliğe giden Hasan geri dönmemişti. Aynı kaderi yaşayan, Hutup lakabıyla bilinen Osman da babasız büyümüştü. Ömer ve Osman, yoksunluğu paylaşarak kardeş gibi büyüdüler.

Ömer kamyonlara, otobüslere meraklıydı; Osman’ın gönlü ise toprağa bağlıydı. Ömer dört yıl Arpaçay tarafında askerlik yaptıktan sonra köye döndüğünde, Osman’ın bazı tarlaları sattığını, atlarını elden çıkarıp yerine öküz aldığını gördü. Emsalleri daha çok toprak sürerek malını artırmışken, onlar geride kalmıştı. Bu, Ömer’in içine bir sızı bıraktı.

Bir akşam köy meydanında, yıldızların altında Osman’a dönüp sordu:

— “Hutup, söyle hele… Bu köy mü küçüldü, yoksa yollar mı uzadı?”

Osman cevap vermedi. Elindeki toprağı avuçladı, yere bıraktı.

Ömer, o hâli anladı. Köyün hayatı yalnız alın teriyle dönmezdi; akşam oturmalarında anlatılan masallarla, düğünlerde söylenen türkülerle, kahvede edilen yarenliklerle tamamlanırdı.

YARENLİK

Kara Ömer’in iki katlı evinde küçük bir oda vardı: “Kıbrıs Adası.” Adı, savaş haberlerini dinlerken dünyanın küçücük sanıldığı günlerden kalmaydı. O odanın penceresinden Erciyes görünürdü. Ömer, köy odasında dinlediği masalları unutmadan getirir, çocuklarına aktarırdı. Uzun kış gecelerinde köy odasında anlatılan hikâyeler sabaha kadar sürerdi: Eba Müslüm’ün yiğitliği, Karacaoğlan’ın sevdası, Sürmeli Bey’in deliliği…

Sobanın çevresinde sözün arasına şakalaşmalar, yarenlikler serpiştirilirdi. Kara Ömer’in latifeleri ise en çok akılda kalanlardı. Bir keresinde köyün kadınlarını örgütleyip dağ eteklerine süpürge toplamaya götürmüş, dönüşte bohçalardan ekmek arası pilav dağıtmış, “Eli süpürgeli kadın baş tacıdır” diyerek gülüşleri çoğaltmıştı. Bir başka gün, Kuba’nın Altında toplanıp kazanla pilav yenmesi için kadınlı erkekli otobüse binilmiş, yol boyunca türküler söylenmişti. Bu yüzden onun adı anıldığında yalnızca bir kişi değil, yarısı anı yarısı masal bir köy belirirdi hafızalarda.

Bekçi Mustafa, Yazıçepni’nin sesi ve sessizliğiydi. Ramazan gecelerinde elindeki tenekeye yavaşça vurarak köyün taşlı yollarında dolaşır, uykunun en koyusunda olanları bile uyandırırdı. Bu, yalnızca bir görev değil, dua gibi bir ritimdi. Gecenin karanlığında yankılanan metal sesi yılların içinden gelen bir hatırlatmaya dönüşürdü.

Gündüzleri ise başındaki kasketi, sırtındaki ceketiyle tarlaların kenarında durur, hayvanların genç filizlere zarar vermemesi için gözünü ayırmazdı. Çit yoktu, tel örgü yoktu ama Mustafa vardı. Onun varlığı köyün güveniydi. Kimi zaman tek bakışıyla sessizliği sağlar, kimi zaman susarak konuşurdu. O sustu mu, horozlar bile ötmeden beklerdi.

Çocukların kahkahası Yazıçepni’nin göğünde çınlarken, Kara Ömer’in sesi köyün toprağına karışırdı. At arabasının gıcırtısı, bozkır rüzgârıyla birlikte türkünün ritmini taşırdı. Ömer dizginleri tutarken, gönlünü söze bırakırdı:

“Lokman Hekim gelse yaram azdırır,

Yaramı sarmaya yâr kendi gelsin…”

Her dize, sabanı süren bir çiftçinin teriyle, evinde dua eden bir annenin nefesiyle, yola çıkan bir gencin hayaliyle doluydu. Arabayı atlar çekse de yolculuğu götüren o ses olurdu.

Atın nalı taşa vurduğunda çıkan ses, kimi zaman bir yürek çarpıntısına benzerdi. Ömer’in yanında yürüyenler o ezgiye kulak kesilirdi. Atlar bile türkünün ritmini öğrenmiş gibiydi; dizgin gevşese de yolları bulurlardı.

Bir sabah yine türkünün sesiyle uyandı yol:

“Karadır kaşların ferman yazdırır,

Bu dert beni diyar diyar gezdirir…”

Ömer’in sesi artık yalnız ona ait değildi. Köyün yitirdiği babalar, gurbette haber bekleyen analar, yatağa huzursuz giren çocuklar, hepsi o sese ortak oluyordu. Dut yapraklarının hışırtısına karışır, çeşme başında testiye vuran suyla çoğalır, akşamüstü kavakların gölgesine sinerdi.

Yazıçepni’de türkü söylemek, susmamak demekti. İçinde kalan ne varsa, söze değil sese emanet edilirdi. İpek Ana, Ömer’in sesini duyduğunda elindeki işi bırakırdı. Çamaşırın ortasında, yoğurt çırparken ya da su taşırken… Ne yapıyorsa bırakır, başını Erciyes’e çevirir, içinden katılırdı o ezgiye. Tek gözü görmese de kalbiyle işitirdi. Ömer’in sesi yükseldikçe, onun içi de erirdi.

Çocuklar “Kıbrıs Adası” dedikleri odada her gece yıldız sayarak uyurdu. Lambanın titrek ışığında tavana vurmuş gölgeler, sandıklara sinmiş eski kokular, hepsi masalın parçasıydı. Masallar sabaha düş olur, çocukların uykusuna karışırdı.

Sabah olunca köyün çamurlu yollarında yeni oyunlar başlardı. Geceden kalan düşler, gündüzde oyuna dönüşürdü. Bazen bir çakıl taşı kahraman olurdu, bazen sabanın izini süren bir karınca. Yazıçepni’de çocuk olmak, toprağın anlattığı hikâyeyi dinlemekti. Her sabah o hikâye yeniden başlardı.

TÜRKÜNÜN GÖLGESİ

Yazıçepni’de sabah, kavak yapraklarının hışırtısıyla başlardı. Çeşme başında eğilen kadınların fısıltısı, köyün uykusunu ağır ağır kaldırırdı. Yıldızlar hâlâ solmamışken İpek Ana uyanır, ocağın taşlarına kıvılcım düşürürdü. Çıtırdayan odunlara karışan nefesi, sabahın ilk duası gibiydi. Tenceredeki kaynayan su buğuyla pencereyi silerken, ardında görünen manzara geleceğe açılan bir perdeye dönüşürdü.

Kara Ömer çoktan arabasını hazırlamış olurdu. Dizginleri kavrarken sesi yükselir, gıcırtıyla birlikte bozkırın sabahına dağılırdı. Bazen bir sevda türküsünden bir kıta söyler, bazen yarım kalmış bir ağıt mırıldanırdı. Kimi gün sesi gür çıkar, kimi gün dudaklarının arasından belli belirsiz dökülürdü. Yolun taşları bile onun sesine ayarlanır, atların adımları ezgiyi takip ederdi.

Ev işine dalmış İpek Ana o sesi duyunca bir an duraklardı. Eteğiyle alnındaki teri siler, gözünü Erciyes’in doruğuna çevirirdi. Görmediği gözünden çok, yüreğiyle duyardı. Onun için Ömer’in her mırıldanışı, hayatın sabah vakti yazılan bir şiir gibiydi.

Gurbetin soğuğunda çalışan Ahmet, bir mektubun yanına babasının sevdiği türkülerin birkaçını kendi sesiyle söylediği bir kaset koyup köye göndermişti. Kaset teybe yerleştirildiğinde, pencere önünde oturan İpek Ana’nın elleri titremişti. Tuşa basıldığında odanın içi birden değişti; ses köyün duvarlarına çarpıp yayıldı. Çocuklar tarlada çalışmayı bıraktı, atlar kulak kabarttı. O gün Yazıçepni’de ilk kez bir türkü radyodan değil, oğlun sesinden gelen bir kasetten duyuldu.

Kasetin içindeki ses, bir gün “sevda türküsü”ne kayıyor, bir gün “gurbet havası”na. Her parçada hem Ahmet’in nefesi, hem Kara Ömer’in yankısı vardı. Böylece baba ile oğul arasında, zamana ve mekâna yenilmeyen bir hatıra köprüsü kurulmuştu.

Köylüler akşamüstleri dut ağacının gölgesinde otururken uzaklardan bir ezgi duyuldu mu, başlarını kaldırıp susarlardı. Ardından içlerinden biri, çoğu zaman aynı sözle, alçak bir sesle mırıldanırdı:

“Bölemedim felek ile kozumu,

Güldürmedi şu cihanda yüzümü…

Artık türküler, köyün ruhuna sinmişti. Ama bu kez tek bir ezgi değil, hafızanın içinden süzülen onlarca farklı parça dolaşıyordu Yazıçepni’de. Kimisi sevinci hatırlatıyor, kimisi gurbetteki hasreti; ama hepsi, Kara Ömer’in gölgesini diri tutuyordu fakat hayat yalnız türkülerle değil, yollarla da sınanacaktı.

ARA AĞACI

Sonbahar, Yazıçepni’nin taşlarına usulca indi. Sararmış yapraklar meydanda rüzgârla savrulurken, Kara Ömer’in arabasından alışıldık gıcırtı duyuldu. O sabah arabayı taşıyan ara ağaç kırılmıştı. Ömer, elinde parçayı götürüp köyün deli sayılan ama en usta elleri Deli Hasan’ın kapısını çaldı.

Hasan, tahtanın damarına baktı:

— Bu ceviz, çabuk yorulur. Sana karaağaçtan yapayım, dedi.

Avluda talaş döküldü, rende sesi taş duvarlara vurdu. Çekiç tahtaya ritim tutarken, Ömer köşede dudak ucuyla mırıldandı:

“Bir tel çektim gönül sazı iniler…”

Yeni ağaç yerine oturdu. Arabası yeniden yola çıktığında, dut ağacının gölgesi, göl kıyısındaki patika, okulun önündeki çocuklar hep tanıdık bir sese kavuştu: tahtaların gıcırtısı, taşlara vuran nal sesleri, Ömer’in yolun içine karışan nefesi.

Öğleden sonra okul dağıldı. Çocuklar göl kıyısındaki söğüdün altına toplandı. Göçmen kuşlar daireler çizerek yükseliyor, uzaklara süzülüyordu. Safiye defterini kucağına alıp kuşlara bakarken kardeşine fısıldadı:

— Abim derdi ki, kırlangıcın ayağı yere değerse canı yanar… Onun için hep gökte kalırmış.

O gün elektrikler kesikti. Akşam çökünce lüks lambası yakıldı. Naylonla kaplı pencere rüzgârda hışırdadı, evin içinde ayrı bir melodi dolaştı. İpek tenceresini sobanın üstüne koyarken, Ahmet’in Almanya’dan yolladığı kaset pille dönen teypten yayıldı. Ses, köy odasına kadar ulaştı; çocuklar, atlar, herkes bir an durup dinledi.

Aynı akşam Deli Hasan el feneriyle ambarına inmiş, kutusundan çıkardığı kablolarla komşunun radyosunu kurcalıyordu. Tornavidayla kapağı açarken çocukluğundan kalma bir anons hatırladı:

“Vatandaşlar dikkat! Yarın saatleri bir saat geri almayı unutmayınız…”

Yazıçepni’de zamanı bazen bir kuşun kanadı, bazen bir radyo sesi ayarlardı.

Bayram da yaklaşmıştı. Kurbanlıklar gözden geçirilir, ayakkabılar sandıklardan çıkarılır, dikiş makinesi gece yarılarına kadar çalışırdı. İpek, pencere kenarında kumaşı biçerken mırıldandı:
“Bir bayramlık diktim, yakası işlemeli…”

Bayram sabahı ezan taşlara vurdu. Evlerden sabun buharı yükseldi, yufka kokusu sokaklara yayıldı. Çocuklar mendilleriyle kapı kapı dolaştı, büyükler kapı önünde oturup göğe baktı.

Yazıçepni’de zaman, bazen kırık bir camın kenarında, bazen göçen kuşların izinde, bazen bir delinin ustalığında, bazen çocuğun mendilinde saklanırdı ve o günlerde, hiçbir saat geri alınmazdı.

UMUDUN YOLLARI

Otobüs, Yazıçepni için sıradan bir vasıta sayılmazdı. Köyden şehre, gurbete, hayallere uzanan yolun kendisiydi. Koltuklarında düğüne gidenler, hastane yolunu tutanlar, asker ocağına uğurlanan gençler otururdu. Her kalkışında umutla hasret yan yana biner, yol boyu beraber giderdi. Bir seferinde otobüs sallana sallana yol alırken Hacımehmet, köyde herkesin “tak” diye bildiği koca yürekli adam o nüktedan haliyle eğildi, Kara Ömer’e seslendi:

“Şıhının karanın ağzında naneli şeker,

amanın da Boğazlıyan ne uzun çeker.”

Lafı, bir türkü gibi değil, sırf yarenlik olsun diye söyledi. Kara Ömer gülümsedi, otobüsün içi kısa bir an için hafifledi. Bir başka seferde Çandırlı muavin yine gözüpekliğini gösterdi. Otobüs yol alırken üst bagajın kapağını eliyle açıp yukarı tırmandı, çantalardan birini yokladı, içinden bir kese leblebi çıkardı. Ardından dikkatlice aşağı inip yolculara uzattı. Leblebiler elden ele dolaşırken, tozlu yol da, uzun mesafe de bir anlığına unutuldu.

Otobüsün içinde yalnızca gidilen mesafe aşılmazdı; köyün hatıraları da orada taşınırdı. Bir köşede çocukluk şakaları döner, başka bir yerde dertler açılır, bazen de yıllardır saklanan sitemler dile gelirdi. Kimi bir düğünden söz eder, kimi tarladaki işten; yol boyu otobüs, köyün bütün hikâyelerini içinde taşıyan koca bir sandığa dönerdi.

Otobüs kolay alınmadı. Ahmet, Almanya’da sırtındaki terle, avuçlarındaki nasırla biriktirdiği parayı yolladı: “Babam köye yaraşır bir iş kursun” dedi. Ömer, parayı otobüse yatırdı; direksiyon için ilçeden bir şoför tuttu. İlk yıllarında ışıldayan gövdesiyle Sivas’a, Kayseri’ye, Ankara’ya yol aldı. Sonra şehirler büyüdü, yollar kalabalıklaştı, Magirus marka otobüsler çıktı. Gür motoru, yüksek tavanı, geniş koltuğuyla yeni araçlar GMC’nin önünü kesti. Bir vakitler asfaltın kralı sayılan otobüs, köy arası yolcusu oldu. Ömer her seferinde şoförün yanına oturur, kendi malının yolunu gözlerdi.

Bir güz sabahıydı. Kavak yaprakları sarıya dönmüş, ırmağın suyu ağır akıyordu. Kızılırmak üzerindeki dar köprüye köylüleri taşıyan otobüs girdi. Karşıdan gelen kamyonun yüklü greyderiyle çarpıştı. Demir bıçak otobüsü ortasından yardı. Yolcuların ekmeğe, düğüne, askere dair bütün yükü demirin altında kaldı.

O sabah, otobüsteki on üç can köyün içine düştü. Her biri kendi köyünden değildi ama her hanede bir boşluk bıraktı. Kara Ömer’in kayını da o otobüsteydi; daha dün akşam avluda dut silkeleyenlerin arasındaydı, bugün adı minareden okundu.

Selâ verildiğinde çeşme başındaki kadın suyu taşırmadan elini çekti, kahvede tavla zarı atanlar oyunu yarıda bıraktı, harmandaki çocuklar dağılmadan eve döndü. Herkesin yüzünde aynı ağırlık vardı, kimseye söz düşmedi.

On üç canın ardından Yazıçepni’nin gündüzü kısaldı. Bozkırda güneş vardı, ama kimse göğe bakmadı. Herkesin dilinde ölenin ardında kalan eşyası konuşuldu: tarlada kalmış saban demiri, ertesi gün giyeceği söylenen gömlek, evde kapının arkasına asılı duran kepenek.

“Bir yıkılmış evin, harap ocağın

Şu heybetli saraylara bedeldir.”

Kara Ömer, acıyı içine gömdü. Oğlunun emekle kazandırdığı otobüs can almıştı. Gurur, emek, umut—hepsi yaralıydı artık. O günden sonra ne tarlaya indi, ne dükkâna uğradı. Konuşmayı bıraktı. Geceleri, eski otobüs biletlerini karıştırıp sabaha kadar tavanı seyretti. Bedeni dile geldi, dili sustu. İçindeki keder sessizce onu da kemirdi. Doktora gitmedi, kimseye söylemedi. Kansere, kendi başına, içinden savaş açtı.

Tam bir yıl sonra, yine sonbaharda, sararmış yaprakların hışırtısında evin önündeki dut ağacının altındaki sedire oturdu. Gözleri açık, elleri göğsünde birleşmiş, sessizce gitti. Köyüne yük olmadan ayrılmak ister gibiydi. Kazadan sonra otobüs satıldı, yerine yenisi alınmadı. Radyolar pencere kenarlarında sustu. Mercimek tarlalarında şarkıların yerini ağıtlar aldı. Neşeli sesler çekildi, içten yükselen bir sızı kaldı.

Ahmet, babasının mezarı başında durduğunda yalnız geçmişe değil, kendi içindeki gurbete de ağladı. Fötr şapkasını mezarın taşına bırakıp oradan çıktı. Bir daha başına şapka geçirmedi.

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

Ömer’in sesi köyden silinmişti. Ama türküler, Yazıçepni’nin yüreğinde dolaşmaya devam ediyordu. Gurbetin ağıdı, köy yollarında ağır adımlarla yürüyenlerin duasına karışıyordu artık.

Yazıçepni’nin yolları uzun süre sessiz kaldı. Fakat bozkırın kalbi, sessizliğin ardından hep yeni filizler arar. Acının ardında yeşeren her hayat, bir gün yeni bir ezgiye dönüşür. Ama Yazıçepni’nin belleği, yalnızca suskunluğu değil; taşla, terle, alınla yazılmış yılları da saklıyordu.

ÇAKMAKGEDİĞİ

Köylüler, Kara Ömer’in ölümünden önceki yılları hatırladıklarında, belleğe en çok kazınan işlerden biri taş yolculuğuydu. Yazıçepni’nin üst yamacından başlayan taş yolculuğu aylarca sürerdi. Çakmakgediği’nin kayalık sırtlarından sökülen taşlar, Kayseri Sümer Fabrikası’nın makinelerinin altına sağlam zemin olsun diye taşınırdı. Sabahın ilk ışığında çıngıraklar uyanır, bozkır gün boyu at kişnemesi, teker gıcırtısı, taşların birbirine çarpan uğultusuyla dolardı. Dizginleri kavrayan eller, teri yele silinen alınlar, her adımıyla yalnız fabrikanın temeline değil, kendi geleceklerine de destek çıkarlardı.

“Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;

Olursa bir şikâyet, ölümden olsun.”

At her ailenin aynasıydı. Semizliğiyle aileye bakılır, huyuyla anılır, adıyla çağrılırdı. Köyün bir ferdi sayılırlardı. Yaylaya vardıklarında eşek turpu, pıtırak, analık yağlığı otlarını bulur, kaz ayağını görünce gözleri parlar, sevinçleri çocuklara benzerdi. Resul ile Hanım her sabah atları dağ bayır gezdirir, keven dikenlerinin arasında ballıbaba ve kılamık otlarının peşine düşerdi.

Akşam olunca köyün hatırlı kişilerine ait odalarda erkekler toplanırdı. Ajans saati gelince radyonun sesi açılır, memleketten ve dünyadan haberler dinlenirdi. Tütün sarılır, çay demlenir, söz uzadıkça odanın içi dumanla birlikte ağırlaşırdı. Köy iki mahalleydi: Yukarı Mahalle Halk Partili, Aşağı Mahalle Demokrat Partiliydi. Siyasi ayrılıklar, gönüllerin arasına hiç set çekmezdi.

Bayram sabahları başka bir ışıkla doğardı Yazıçepni. Ramazan Bayramı’nda ilk lokma şeker, Kurban Bayramı’nda taze et olurdu. Namazdan sonra ziyaret başlar, eller öpülür, küçüklerin mendilleri şekerle dolardı. Düğünlerde “Köprüden Geçti Gelin” halayı çekilir, yaşlılar adımlarını dua eder gibi atardı.

Kış hazırlığı da ayrı bir seferberlikti. Kazanlarda pekmez kaynar, salçalar çevrilir, turşular kurulurdu. Kavunlar samanlıklara asılır, üzümler serin odalarda saklanır, bulgurlar torbalara doldurulurdu. Erkekler buğday öğütmek için değirmene gider, dönüşte at arabalarında türkü tuttururlardı. Kara Ömer’in sesi çoğu zaman öne düşerdi:

Felek merhametsiz taştan yürekli
Gönlümüz efkarlı gamlı meraklı anam meraklı

Türkü, yolun da taşın da üzerinde bir iz gibi kalırdı. Yazıçepni’nin yollarında çınlayan her çıngırak, her alın teri, her ezgi; geçmişle geleceği birbirine bağlayan görünmez bir köprüydü. Yollar sessizliğe gömülse de, o ses bozkırın içinde hâlâ dolaşırdı.

Şimdi bu yolculuklardan geriye, yalnızca köylülerin dilinde kalan türküler ve o taşlarda saklı alın teri anıları kalmıştı.

“Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu…”

AŞIK OYUNU

Gündüzleri taşla yoğrulan hayat, geceleri sözle, oyunla, muhabbetle sürerdi. Bozkırın ortasında Yazıçepni’nin geceleri gündüzlerden uzundu. Gündüzün toprağa gömülen yorgunluğu, akşam olunca köy odalarında çözülürdü. O odalar, yalnız misafirlik değil, köyün gayrıresmî divanıydı. Akşam ezanından sonra, elleri nasırlı erkekler sobanın çevresinde toplanır, fokurdayan çaydanlığın buharına dertlerini karıştırırlardı.

Bir yanda tütün sarılır, öte yanda radyo biraz açılırdı. Ajansın sesi cam kenarında titreyen lambaya karışır, herkes kulak kesilirdi. Ocakta kaynayan pekmez kokusu odaya yayılır, tandırdan çıkan sıcak ekmek bohçaya sarılıp köşeye bırakılırdı. Sobanın üstünde kestane çıtırdar, duvarda asılı bakır taslar ışığa vururdu. Çocuklar, yere serilen kilimin kenarında sessizce oturur, ara sıra radyodan gelen sese gülüşürlerdi.

Yazıçepni’nin gölünü üç çeşme beslerdi. Suyun kıyısında söğütler gövdelerini eğip serinlik verirdi. Kazlar, ördekler gün boyu suyu yarar, çocuklar onların peşine düşerdi. Yumurtayı taşların, yosunların arasında bulmak, köy çocuklarının yaz sıcağında en serin sevinciydi. Kimin ördeği olduğuna bakılmaz, yumurta haşlanır, bölüşülür, gülüşülerek yenirdi. Paylaşmak, Yazıçepni’de oyunun da kuralıydı.

Çocukların dünyası gündüzdü. Dizleri yara bere içindeyken aşık kemiğini zıplatır, haral oynarken birbirlerine fısıldaşarak kaçışır, her çığlıkta kahkaha patlardı. Mevsimi geldiğinde bilye toprakta döner, rüzgâr uygun eserse uçurtmalar göğe salınırdı. Her mevsimin oyunu, her çocuğun göğe yazdığı bir hayali vardı.

Köyün taşlı yollarında sabah çarık sesleri yankılanırdı. Çeşmeye giden kızların testileri tokuşur, harmana giden öküz arabasının gıcırtısı duyulurdu. Kışlık odun taşıyan çocuklar ter içinde kalır, tandırın başında ekmek kokusu yükselirdi. Anlatılanlar yalnız Yazıçepni’nin günü değil, bozkırın gündelik hâliydi.

KARA TREN

Bayramdan sonra Yazıçepni yeniden kendi ritmine döndü. Dutlar olgunlaştı, arabaların gıcırtısı günlük bir ezgiye karıştı. Tarlalara giden oldu, harmanda yârenlik eden oldu. Derken, ilçeden kara tren geçti. Siyah duman köyün üstünden savruldu; “Ahmet dönüyor,” dediler.

Gurbette yıllarını bırakmış Ahmet, istasyonun tozlu peronunda göründü. Bir valiz, bir pasaport, yüzünde çocukluğunun gölgesiyle indi trenden. Gözleri uzaklara kaydı; sanki okul duvarına yazılmış o cümleyi arıyordu:

“Vatan bir bayraktır, ört ki üşümesin.”

Köye varınca soluğu söğütlükte aldı. Suda kendi aksine baktı. Safiye kalabalığın içinden çıktı; yüzünde gülümseme yoktu, ama bakışı yeterdi.

“Geldiğine sevindim,” dedi. “Ama göçmen kuşlar, bazen dönse de aynı yuvaya konmaz.”

O sözün ardından, dut ağacının altında söz kesildi. Ne zurna duyuldu ne davul; yalnızca bir tülbent, Safiye’nin başına örtüldü. Ahmet, annesinin tandır ekmeğini, babasının kasetini, çocukluk odasını Safiye’nin ellerinde yeniden buldu. Bir sabah, el ele köy meydanına yürüdüler. Kimse konuşmadı, herkes anladı: bu gidiş, başka bir dönüşün başlangıcıydı.

Birkaç hafta sonra köyden ayrıldılar. Valizlerinde az eşya, ceplerinde çocukluk hatıraları, yanlarında yeni doğmuş umut: Elif. Tren düdüğü bu kez yalnızlığı değil, bir yuvayı taşıdı.

Yıllar aktı. Elif büyüdü, Yazıçepni’ye döndü. Dut ağaçlarının altında düğün kuruldu: Kara Ömer’in torunu Elif, Aşağı Hasinni Köyü’nden Ahmet’in Almancı arkadaşının oğluyla evlendi. Testi kırıldı, yumurta tokuşturuldu. Çocuklar gazozla bayram etti, yaşlılar köşede “nerede o eski düğünler” dedi. Yaz rüzgârı dut kokusunu gülüşlere kattı.

Yazıçepni, kavakların hışırtısında, dutların gölgesinde, çocukların oyununda, kadınların duasında, erkeklerin alın terinde yaşayan bir köydü. Kara Ömer’in türküsü, İpek Ana’nın sabah ateşi, Ahmet’in gurbet dönüşü, Deli Hasan’ın el emeği…

Her biri aynı hikâyenin farklı sesleriydi.

Otobüsler geçti, kara tren dumanını savurdu, kasetler dönüp sustu; ama köyün belleği hep aynı şeyi fısıldadı: hayat, yol ve türküyle kurulur.

Yazıçepni’de zaman artık yalnızca bekleyiş değil, hatıraların ve umutların iç içe geçtiği bir masal gibi akıyordu.

“Bir zamanlar bir köy vardı, adına Yazıçepni derlerdi…”

Hâlâ derler.

By Dr. Ahmet Yalkın

Dr. Ahmet YALKIN, 1979 yılında Yozgat-Boğazlıyan’da doğdu. İlk öğrenimini Yozgat’ta, orta öğrenimini ise Kayseri’de tamamladı. Lisans eğitimini Erciyes Üniversitesi Kimya Bölümü’nde, yüksek lisansını ise aynı alanda Bozok Üniversitesi’nde gerçekleştirdi. 2024 yılında Mersin Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü’nde doktorasını tamamladı. Kariyerine 2002 yılında Yozgat Merkez Atatürk Lisesi’nde öğretmen olarak başlayan Yalkın, çeşitli eğitim kurumlarında öğretmenlik ve idarecilik görevlerinde bulunmuştur. 2014 yılında atandığı Mezitli İlçe Milli Eğitim Şube Müdürlüğü görevinin ardından, 2020 yılından beri Tarsus Üniversitesi’nde meslek hayatına devam etmektedir. Ahmet Yalkın, Avrupa Birliği, kalkınma ajansları ve sosyal-kültürel projelerde koordinatörlük yaparak çeşitli proje ve araştırmalara katkıda bulunmuştur. Fen bilimleri, özel eğitim ve kimya alanlarında bilimsel çalışmalar yürütmüştür. Ayrıca, Fütüristler Derneği ve Mersin Valiliği Proje Koordinasyon Birimi bünyesinde kurulan Mersin Geliştirme ve Araştırma Derneği (MERGAD) Yönetim Kurulu Üyesidir. Bilim ve sanat alanındaki yazılarını kişisel internet sayfasında paylaşmaktadır.

2 thoughts on “Hayat │ Yol │ Türkü”
  1. Tebrik ediyorum. Eline, diline emeğine sağlık Hocam. Bizlere yüzyıl öncesini anlatıyorsun ustalıkla. Çocukluğumu yeniden yaşattın. Erciyes yaşattın. Erciyes bende katılmıştım, çocukluğumda. Despot bağ bekçileri ile karşılaşmıştık. Adı geçen ve tüm geçmişlerimize rahmet diliyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir