Faraş Doğan

İstanbul’un kalbinde, Fatih’in dar sokaklarında, kendisini kalabalığa kaptırmadan yaşayan bir esnaf vardı. Adı Doğan’dı, ama herkes ona “Faraş Doğan” derdi. Deriden koşum yaparak, atlara gem, kayış, eyer işleyerek kazanırdı ekmeğini. Varlığıyla övünmezdi. Dertliydi ama şikâyeti yoktu. Kıt kanaat yaşar, alnının terinden başka rızık tanımazdı. Ne var ki, gönlünde her zaman bir özlem gizliydi. O özlem kabardığında surların dibine çıkar, gözünü ufka ve denizin köpüklü yüzüne dikerek dalar giderdi. Kimi zaman sadece mırıldanırdı, kimi zaman da sesi rüzgâra karışırdı: “İhtimaldir Padişahım, bir gün derya tutuşa.” Çevresindekiler bu söze anlam veremez, garipselerdi. Oysa bu söz, yıllardır içinin en derininde sakladığı bir ahddı: “Benim bu zanaatla, bu darlıkla bir cami yaptırmamın ihtimali, ancak denizin alevler içinde kalması kadar mümkündür.” Söyleyişi hem imkânsızlığı fısıldar hem de belki bir gün olabilecek olana gizli bir dua taşırdı.

Bir gece, uykunun en tatlı yerinde, rüyasına aksakallı bir ihtiyar girdi. Sesi hem yumuşak hem de emredici bir edayla yankılandı: “Ey Faraş Doğan, buradan çıkacaksın. İstanbul’da oyalanma. Yürü, Bağdat’a var. Orada bir kapı var, o kapıyı geçeceksin. Bir han var, hanın önünde bir üzüm asması var. İşte o asmanın dibinde üç küp altın gizli. Onu bulacaksın.” Doğan terle uyandı, önce anlam veremedi. Ama aynı rüya ikinci gece de geldi, üçüncü gece de… İşte o anda anladı: Üç kere tekrar eden rüya hikmettir. İçinden geçen özlem artık önüne yol açmıştı. Evini barkını, mesleğinin sefaletini ardında bırakıp düştü yollara. Yol çetin, günler uzun, yollar tehlikelerle dolu, ama gönül bir kere karar vermişti. Nice günlerden, nice gecelerden sonra nihayet Bağdat’a vardı.

İhtiyarın işaret ettiği kapıyı buldu, hani de karşısında duruyordu. Hanın duvarları yorgundu, önünde bir üzüm asması gölge salıyordu taş zemine. Doğan’ın kalbi çarpıyordu. Yıllardır kurduğu hayal, belki de işte toprağın altındaydı. Diz çöktü, eli toprağa gitti. Kazmaya niyetlendiği anda hanın sahibi çıkageldi. Sert ama meraklı bir ifadeyle sordu: “Evlat, ne yaparsın burada?” Doğan rüyasını olduğu gibi söyledi. Han sahibi önce yüzüne baktı, sonra kahkahayı bastı: “Ah be evlat! Ben de günlerdir bir rüya görürüm. Bana derler ki: Kalk, İstanbul’a git. Fatih taraflarında Faraş Doğan adında bir adam var. Evinde bir oda var, odanın altında üç küp altın gömülü. Kazarsan bulursun. Şimdi ben kalkıp rüyanın peşinden ta oralara mı gideceğim?”

Tam da o anda Faraş Doğan’ın yüreğinde bir şimşek çaktı. Yol onu başka bir diyarın toprağında hazineye değil, kendi toprağını görmeye hazırlamıştı. Cevher yabanda değil, evindeydi. Vakit kaybetmedi, döndü İstanbul’a. Dönünce gözünü bile kırpmadan odasının taşlarını söktü, toprağa girdi. İşte üç küp altın, yıllardır beklediği gibi ışıldıyordu. O anda anladı: “Deniz tutuşmazsa olmaz” dediği hayal gerçek olmuştu. O altınlarla Fatih’te bir cami yaptırdı. İmkânsız dediği şey, ilahi hikmetle mümkün olmuştu.

Santiago

İşte kim bu hikâyeyi dinlese, başka bir diyarda, bambaşka bir zamanda yazılmış bir kitabı hatırlar. Paulo Coelho’nun “Simyacı”sını… Orada da Santiago adında bir çoban bir hazine rüyası görür. O da peşinden yürür, çöllerin ortasında yollara düşer. İnsanlarla tanışır, aşka rastlar, nice hikmetler öğrenir. Çölde kaybolur, yeniden bulur. Ama sonunda görür ki hazine zaten başladığı yerdeymiş. Faraş Doğan’ın camisini, Santiago’nun piramitlerini hatırlayınca insan şunu fark eder: Bazen cevherin kendi toprağında olduğunu anlamak için uzaklara gitmek, yolları aşmak gerekir. Yol yoksa göz açılmaz, zahmet yoksa hikmet görünmez. İnsan ancak dolaşıp dolaşıp yuvasına dönünce, aslında başlangıç noktasının zaten hedefine denk olduğunu anlar.

Buradan sonra hikâye sadece bir menkıbe olarak kalmaz, bize evrenin işleyişine dair bir hakikat fısıldar. Çünkü insanda doğan bir arzu, bilinçaltında saklanan bir dua boşa değildir. Menkıbeler anlatır, ama bize bugünün sırrını da söyler. Tıpkı Pierre Franckh’ın “Rezonans Kanunu”nda dile getirdiği gibi: İçinde taşıdığın duygu, niyet, düşünce evrene titreşim gibi yayılır ve bir gün, yankı misali sana geri döner. Doğan’ın “deniz tutuşursa” cümlesi işte böyleydi. Belki bir sitem, belki acı bir gülüş, belki sessiz bir dua. Ama evren işitti, zaman geldi, kapı açıldı. Aynı şekilde Santiago’nun içindeki hazine arzusu da bu rezonansla ona döndü, adım adım gerçeğe yaklaştırdı.

Sadece masallar, menkıbeler, modern öğretiler değil, kadim felsefeler de aynı sesi söyler. Roma’nın meydanlarında, zengin sarayların gölgesinde Stoacı filozoflar aynı hakikati dillendirirdi. Epiktetos, köleydi ama zihnini zincirsiz tutardı. Seneca, servet içinde yaşardı ama malın köleliğini reddederdi. Marcus Aurelius imparatordu, ama sabahları kendi kendine şöyle derdi: “Bugün bencil, kıskanç, cimri insanlarla karşılaşacağım. Ama onlar bana zarar veremez, çünkü ben içimde hazineyi taşırım.” Stoacılar derdi ki: Mutluluk başka yerde değil, insanın bakışındadır. Dışarıda olanı değiştiremeyiz ama ona verdiğimiz anlamı değiştirebiliriz. Bir köle de zihninde özgür olabilir; bir imparator da arzularına köle kalabilir.

İşte bu yüzden Faraş Doğan’ın hazinesi altın değildi sadece; anlamdı. Santiago’nun bulduğu da aynı sırrı işaret ediyordu. Çünkü mesele toprağın altındaki küplere ulaşmak değil, ruhun derinindeki cevheri keşfetmekti. Stoacılık da Rezonans da aynı noktada buluşur: Biri “düşüncene sahip çık” der, diğeri “düşüncen evrene yayılır ve sana döner” diye ekler. Yol ayrı görünse de öğüt birdir: Hakikat içtedir.

Bu hakikat; ister Fatih’in taş sokaklarında, ister Endülüs’ün çoban yaylalarında, ister Roma’nın saraylarında yahut bugünün kitap sayfalarında olsun, hep aynı telden çalar. İnsan, hazinesini uzaklarda sanır. Oysa asıl hazine kendi evindedir. Yolculuk gözünü açmak, kulaklarını duyar hâle getirmek için vardır. Doğan’ın yıllarca surların önünde denize bakarak söylediği cümle aslında bu sırrı işaret eder. “Derya tutuşursa” diyordu ya… Bununla demek istediği şuydu: “İmkânsız sandığın, vakti geldiğinde mümkündür.” Ya da daha bilinen bir ifadesiyle “Her nasip vaktine esirdir.” Çünkü hazine, insana en uzak görünen yerde değil; çoğu zaman kalbin tam ortasında saklıdır.

Menkıbeler yalnızca geçmişi anlatmaz; aynı zamanda bugünün kulağına da fısıldar. Onlar bir dürbün gibi hakikati yaklaştırır, özünü görünür kılar. Yol aslında insanı evinden uzaklaştırmak için değil, eve döndürmek için açılır. Çölü aşmak, denizin kenarında sabretmek, rüyanın ardına düşmek, hepsi aynı hakikati söyler: Aradığın şey en baştan beri sendeydi.

Faraş Doğan’ın deniz kenarında dillendirdiği sözler boşuna değildi. Deniz, tutuşmaz gibi görünür ama gökyüzüyle birleştiğinde alev rengini üstüne örter. İmkânsızın gerçekleşmesi de böyledir. Gönlün derininde yıllarca bekleyen niyet bir gün kapıyı açar. Görünmez bir el, insana kendi kalbindeki hazinenin yerini işaret eder.

Hakikatin özü işte budur: İnsanın payına düşen altın toprakta değil, bakışının berraklığında ve kalbinin dinginliğindedir.

Kim gönlünü kazarsa, kim yıllarca imkânsız sandığını sabırla taşır ve duasını içtenlikle saklarsa, bir gün o deniz gerçekten tutuşur, hazine ışıldar.

Hazinenin yeri uzak değil; kalbinin ortası, kendi evinin tam içidir.

“Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, hâlbuki koskoca âlem sende dürülüdür.”
İmam Ali (k.v.)

Vesselam.

By Dr. Ahmet Yalkın

Dr. Ahmet YALKIN, 1979 yılında Yozgat-Boğazlıyan’da doğdu. İlk öğrenimini Yozgat’ta, orta öğrenimini ise Kayseri’de tamamladı. Lisans eğitimini Erciyes Üniversitesi Kimya Bölümü’nde, yüksek lisansını ise aynı alanda Bozok Üniversitesi’nde gerçekleştirdi. 2024 yılında Mersin Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü’nde doktorasını tamamladı. Kariyerine 2002 yılında Yozgat Merkez Atatürk Lisesi’nde öğretmen olarak başlayan Yalkın, çeşitli eğitim kurumlarında öğretmenlik ve idarecilik görevlerinde bulunmuştur. 2014 yılında atandığı Mezitli İlçe Milli Eğitim Şube Müdürlüğü görevinin ardından, 2020 yılından beri Tarsus Üniversitesi’nde meslek hayatına devam etmektedir. Ahmet Yalkın, Avrupa Birliği, kalkınma ajansları ve sosyal-kültürel projelerde koordinatörlük yaparak çeşitli proje ve araştırmalara katkıda bulunmuştur. Fen bilimleri, özel eğitim ve kimya alanlarında bilimsel çalışmalar yürütmüştür. Ayrıca, Fütüristler Derneği ve Mersin Valiliği Proje Koordinasyon Birimi bünyesinde kurulan Mersin Geliştirme ve Araştırma Derneği (MERGAD) Yönetim Kurulu Üyesidir. Bilim ve sanat alanındaki yazılarını kişisel internet sayfasında paylaşmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir