Cumhuriyet’in bilime açtığı pencereden Anadolu’ya bakıyoruz. Bir yanda Savur’un taş sokaklarında doğup Nobel’e uzanan Aziz Sancar’ın ışığı, öte yanda Yozgat’ın köylerinde çocuklara kitap taşıyan Mustafa Böyükata’nın sesi. Biri laboratuvarlarda sabahı arayan bir bilim insanı, diğeri köy kahvelerinde merakı uyandıran bir öğretici. İkisinin de hikâyesi aynı kaynağa bağlanıyor: Cumhuriyet’in verdiği fırsatın, bilgiyi umutla yoğuran emeğin hikâyesi. Aziz Sancar’ın bilimin doruklarına uzanan serüvenini anarken, Mustafa Böyükata’nın bozkırda ektiği kıvılcımlara kulak veriyoruz. Yoksunlukla yoğrulmuş çocukluklardan, inatla büyütülen hayallerden ve geleceğe tutulan ışıklardan doğan bir bütünlük var. Bir milletin umudunu diri tutan bu sesler, bugün hâlâ Anadolu’nun her köşesinde yankılanıyor.
Şimdi, Aziz Sancar’ın izinde yürüyoruz; bilimin emeğe kattığı anlamı, umuda çevirdiği gücü ve bir milletin geleceğine tuttuğu ışığı görüyoruz.
Mardin’in Savur ilçesinde bir sabah sessizliği, tandırdan yükselen dumanla birlikte çocuk sesleri bölerdi. Sekiz kardeşten yedincisi, Aziz adını verdiler. Annesi babası okuma yazma bilmezdi ama ilmin, okumakla açılan yolun değerini bilirlerdi. Ellerinde saban, gönüllerinde tek dilek vardı: “Biz okuyamadık, çocuklarımız okusun.” Böylece köy evinin duvarına tutunan hayal, bir gün dünyanın en saygın ödüllerinden biriyle taçlanacaktı. Aziz’in hikâyesi, işte bu kırık dökük duanın kabul oluştu.
Çocukken futbol oynadı, lisede kaleciydi. Hatta genç millî takım seçmelerine çağrıldı. Ama futbol sahasında öğrenilen şey, onun için daha derindi: Kalecilikte hata payı yoktu, gole giden topu kurtarmak gerekirdi. Bilim de öyleydi; DNA’nın hatalarını görmezden gelemezdi. Eldivenleri bir kenara bırakıp kitaplarına sarıldı. O günden sonra yetişen her çocuk için örnek olacak, bilimin kalecisi Aziz Sancar sahneye çıkacaktı.
İstanbul’un yolunu tuttu, Tıp Fakültesi’ne girdi. 1969’da fakülteyi birincilikle bitirdi. Savur’a geri döndü, iki yıl boyunca sağlık ocağında görev yaptı. O yıllarda çocukların ateşini ölçerken, köylünün yarasını sararken hep aynı soruyu kendine sordu: “Beden böyle onarılır da, hücrenin içindeki yaralar nasıl iyileşir?” O merak onu Amerika’ya taşıdı. Dallas Texas Üniversitesi’nde moleküler biyoloji doktorasına başladı, ardından Yale Üniversitesi’nin laboratuvarlarında sabaha kadar deneyler yaptı. Laboratuvar ışığı söndüğünde gözüne gelen beyaz refleks, köyünde yanan gaz lambasının ışığını hatırlatıyordu.
Fotoliyaz enzimi üzerinde yaptığı çalışma, güneş ışığının DNA’da açtığı yaraları onaran mucizevi mekanizmayı tanımamızı sağladı. Sonraki yıllarda, hücrelerin karmaşık onarım süreçlerinden biri olan nükleotit kesim onarımını çözdü. Bu süreç, adeta yanlış yazılan bir satırın silinip yeniden doğru yazılması gibi işliyordu. Aziz, hücrelerin kendi kitabını nasıl koruduğunu dünyaya anlattı. Çalışmaları kanser araştırmalarının yolunu açtı. O günlerde çoğu kimse, Savur’da futbol oynayarak büyümüş bir çocuğun dünya bilim literatürüne kavram armağan edeceğine inanmazdı. Maxicell tekniğini geliştirdi, excinuclease adı verdiği enzimi literatüre soktu. Bütün bunlar İngiltere’deki Oxford Biyokimya Sözlüğü’nde yer aldı.
“Gereği kadar öğrenin, aşırıya kaçmak yaratıcılığı öldürüyor. Okumanın yanı sıra düşünmek için de kendinize zaman ayırın. Eğitim ve araştırma için yurt dışına çıkın ama sonra muhakkak ülkenize dönün.”
Aziz Sancar
Bilimsel yolculuğu boyunca pes etmedi. Kırk yaşına kadar günde on sekiz saat çalıştığını anlattı, sonra bunu günde on iki saate düşürdüğünü. DNA’nın onarımı, biyolojik saatlerin düzenlenmesi ve kanser tedavisinde zamanı kullanmak üzerine çalışmalar yaptı. Bugün hâlâ birçok tedavi protokolü onun bulgularının ışığında belirleniyor. Ve geride dört yüz on beş makale, otuzdan fazla kitap bıraktı.
Yıl 2015… İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’nde sahnede üç bilim insanı. Biri Savur’dan gitmişti. DNA’nın onarımı üzerine yaptığı çalışmalarla Nobel Kimya Ödülü’nü aldığında, tüm dünya alkışlıyordu. Aziz Sancar, sahnede sakin bir sesle teşekkür etti. Fakat ertesi gün madalyayı Anıtkabir’e götürdü. “Asıl ödülün sahibi Cumhuriyet’in eğitim devrimidir” dedi. Madalya bugün Atatürk’ün huzurunda sergileniyor. Anadolu’da toprak damlı evlerde doğup büyüyen çocukların hayal edemediği o madalya, şimdi Cumhuriyet’in müzesinde.
Sancar’ın öyküsü yalnızca bilimin değil, vicdanın da öyküsüdür. Şöhreti, yurtdışında edindiği ayrıcalıkları kendi adına değil, millet adına taşıdı. “Ben Türküm” diyerek kökünü unutmayan, “Ben Müslümanım” diyerek bilimin inançsızlık olmadığını anlatan, bilimde küresel zirveye çıkan bir Anadolu çocuğunun öyküsüdür.
“Çalışmak kendimize, ailemize milletimize; vatan ve namus borcudur.”
Aziz Sancar
Bugün Chapel Hill’deki laboratuvarında çalışmalarını sürdürürken yanında eşi Gwen Sancar vardır. İkisi birlikte Carolina Türk Evi’ni kurup ABD’de okuyan gençlere ışık tutuyor. Aziz Sancar’ın hikâyesini bilerek bakan her genç, aslında şunu görüyor: Fakirliğin engel, köy yaşamının yük olmadığını… Savur’dan Nobel’e uzanan yolun adı, merak ve çalışkanlıktır.
Bu hikâye yalnızca geçmişin değil, bugünün de ışığıdır. Yozgat’ın bozkırında, Prof. Dr. Mustafa Böyükata köy köy dolaşıyor. Akdağmadeni’nin Melikli köyünde çocukların gözlerine bakıp “Buradan da çıkabilir bir Aziz Sancar” diyor. Yeniyapan köyünde, “Bu topraklar yeniden bir İbn-i Sina doğurabilir” diye anlatıyor. Kitaplar götürüyor, projeler anlatıyor, merak sorularını artırıyor. Çocukların gözlerinde yeni kıvılcımlar belirdikçe, bozkır aydınlanıyor. Onun “Köyde Okuma Etkinlikleri” artık sekseni geçti. Her buluşmada toprak kokulu sınıflar, bilimin sesiyle doluyor.
Bir zamanlar Savur’un çocuğu DNA’nın haritasını çizmişti. Bugün Yozgat’ın öğretmeni, çocuklara hayallerinin haritasını çizdiriyor. Nobel sahnesi ile bir köy okulunun kara tahtası arasında incecik bir bağ var. O bağın adı Cumhuriyet. Bu bağ, Anadolu’nun her köyünde ve her sınıfında bir kıvılcımın saklı olduğunu hatırlatıyor. Fırsat verildiğinde o kıvılcım yıldız kesilir, göğü aydınlatır.
Savur bunu kanıtladı, Yozgat bunu sürdürüyor. Yarın başka köylerde yeni Azizler doğacak.
Sağlıcakla, hoşça kalın.