
Bugünlerde biraz yazmayayım diyorum, yapamıyorum. Sanki yazınca elimden bir şey geliyormuş gibi, kendimi bazen kâğıda, kaleme; bazen de bilgisayara bakar buluyorum. Beynimi yavaşlatmak, ruhumu dinlendirmek istesem de birçok konuda düşünceli bir hâlim var. “Cehalet ne güzel şey.” diyor ve gülüyorum bazen de. Bu cümlemi yazının sonunda açıklayacağım.
Bilgeliğin eşiğine varmadan hüküm kuranlar, düşüncenin derinliğine inmeden kelime saçanlar, aklın terazisine koymadan izah savuranlar, adımın sabrını tatmadan koşuya kalkışanlar, sessizliğin hikmetini bilmeden söz tüketenler, kulak vermeden dili yoranlar,emeğin alın terine dokunmadan paya uzananlar…
Değerli her ne varsa zahmetsizce bölüşüyorlar. “Kıymet”… Ne güzel söz. Bu söz de burada kalsın.
www.bilimselkalem.com internet sitemde bugünlerde bilim ve sanat dünyamızın önde gelen simalarını tanıtarak, okuyucularımı biyografik bir yazıyla bilgilendiriyorum. Bu biyografi serisine devam ederken bu yazıyı kaleme almak aklıma geldi. Şimdiye kadar Fuat Sezgin, Mustafa İnan ve İsmail Hakkı Tonguç’u yazabildim. Bundan sonra da bu seriye devam etmek niyetindeyim.
Biyografi serisinde bu insanların ortak özellikleri dikkatimi çekti. Toplumda, ailede, iş hayatında; dolayısıyla her yerde bu akil insanlar nasıl hareket eder, nelerle sınanır, nasıl çalışır, neler yaparlardı diye düşündüm. Bunların ortak özellikleri nelerdi?
Her şeyden önce acele etmezlerdi. Sabırla yoğrulmuş adamlardı. “Olmaz.” dediklerinde bile, içlerinden bir ses “Bir daha dene.” derdi. Kimi zaman bir laboratuvarda sabahlayan Fuat Sezgin gibi, kimi zaman çamurla yoğrulmuş köy yollarında yürüyen İsmail Hakkı Tonguç gibi… Hangi işin ucundan tutsalar, önce ellerini kirletirlerdi. Masa başında konuşmaz, sahaya inmeden yorum yapmazlardı.
Hepsi sahiciydi. Kopyalanamazlardı. Bir makama oturduklarında makam onlara hükmetmez, onlar makama omuz verirdi. “Mühendis olmanın erdemi.” deyince Mustafa İnan gelir aklıma. Bilimin büyüsüne kapılıp insanı unutmazlardı. Her şeyin merkezine insanı koyarlardı; çünkü ne yaparsan yap, dönüp dolaşıp yine insana varıyordu yol.
Az konuşurlardı. Ama konuşunca yer sarsılırdı. Laf olsun diye değil, ihtiyaç varsa söylerlerdi. Gereksiz tartışmalarda seslerini yükseltmek yerine kalkar, giderlerdi. “Sana da bir selâm gerekmez mi?” diyerek susmanın asaletiyle terbiye ederlerdi etrafı.
Kimseye yukarıdan bakmazlardı. Bilgileri vardı ama havaları yoktu. Hatta bazen cahil gibi görünmeyi tercih ederlerdi. Öğretmek için değil; birlikte anlamak için konuşurlardı. Öğrencilerinin adını bilir, ailesini sorar; bir çorba içmek kadar kıymetli görürlerdi dostluğu.
İşlerini reklamla değil, iz bırakmayla yaparlardı. Bir afişe, bir fotoğrafa değil; bir çocuğun gözündeki ışıltıya değer verirlerdi. Gerçek başarıyı, ismini bilmediği bir öğrencinin yıllar sonra “O adam sayesinde başardım.” demesinde bulurlardı. Ve o başarıya da sahip çıkmazlardı. “Ben sadece vesile oldum.” der, geçer giderlerdi.
Mütevazıydılar. Ama bu mütevazılık güçsüzlükten gelmiyordu. Her şeyi bilip de susmanın erdeminden geliyordu. Laf kalabalığında boğulmaz, suskunlukta büyürlerdi.
Kalabalıklarda görünmezlerdi ama nerede ihtiyaç varsa oradaydılar. Hani biri çıkıp da “Bu işin yükünü kim alacak?” dese, göz ucuyla birbirlerine bakmadan kolları sıvarlardı.
Kendi evladı açken doyamazdı içleri. Komşusu üşürken, evinde soba yanmazdı içten içe. Eşitliği anayasadan değil, vicdandan öğrenmiş adamlardı.
Çok çalışırlardı. Öyle “günde sekiz saat” hesabıyla değil. Yeri gelir gecenin üçünde kalkıp bir not yazar, sabah ilk ışıklarla öğrencisini uyandırırlardı. Sıradanlıkla işi olmazdı onların. Günün hakkını vermezlerse gece rahat uyuyamazlardı.
Bir şey daha: Hepsi hayal kurardı. Ama bu hayalleri başkalarına da bulaşırdı. Bir çocuğun gözünde ışık, bir kadının ellerinde emek, bir öğretmenin çantasındaki defter olurdu o hayal.
Kimlerdi bunlar?
Erdal İnönü, bilimin zarafetle buluştuğu bir insandı. Mütevazılığı elbisesi gibiydi, hiç çıkarmazdı. Fizik profesörüydü ama bir öğrencinin fikrini de ciddiyetle dinlerdi. Gülümseyerek ikna eder, bağırmadan direnir, susarak anlatırdı.
Aziz Sancar, Mardin’in sessizliğinden çıkıp bilimin zirvesine yürüdü. Nobel aldı ama alnındaki teri, köydeki çocuğun umuduyla sildi. “Ben hâlâ o Mardinli çocuğum.” derken, başarıyı değil, köklerini anlattı. Gösterişsiz, çalışkan ve sadıktı; hem memleketine hem emeğine.
Cemil Meriç, kelimelerle savaşan bir bilgeydi. Gözü görmese de zihni hep açıktı. Herkesi yerli yerine koyar, hiçbir düşünceyi hor görmezdi. O, düşünmenin vakarını taşırdı; bilgiyle büyütürken, ahlakla sınır çizerdi.
Neşet Ertaş, halkın sazıyla konuşan bir gönül adamıydı. Babasından öğrendiği her ezgiyi, milletin yüreğinde yeniden yoğurdu. “Aşkınan çalışan yorulmaz.” derken, hayatının özeti gibi mırıldanıyordu aslında. Alçaktı ama yerden değil; gönülden.
Nene Hatun, tarihin sessiz kahramanlarından. Tüfeği eline almak için kimseden izin beklemedi. Çocuğunu bırakıp cepheye giden bir annenin suskunluğunda, bütün bir milletin cesareti vardı. O, kahramanlığı anlatmadan yaşayanlardandı.
Mustafa Kemal Atatürk, aklın öncüsüydü. Bilimle yükselen bir milletin hayalini kurdu. Sadece hayal etmedi; inşa etti. Eğitimin ışığını köylere taşıdı, sömürge olmamanın yolunu düşünceyle çizdi. Her adımı hesaplı, her sözü sorumluydu.
Süleyman Demirel, köylü bir çocuğun cumhurbaşkanı olabileceğini gösterdi. Devlet yönetimini sokaktan öğrenmişti. Yollar yaparak başladı, sözleriyle köprüler kurdu. Anadolu’nun diliyle konuştu ama aklı hep devletindeydi.
Necmettin Erbakan, teknik adamdı ama ruhuna ideali işlemişti. “Ağır sanayi.” derken kastettiği yalnızca fabrika değildi; yerli duruşun inşasıydı. Mühendislikten gelen sistemli aklı siyasete taşıdı. İnandığını savundu, hak bildiğinden dönmedi.
Hasan Ali Yücel, bir milletin aydınlık penceresi oldu. Klasikleri Türkçeye çevirtti, köy enstitülerini kurdu. Okumak sadece şehirlilerin hakkı olmasın diye mücadele etti. Eğitimin ruhunu halkla buluşturdu.
Yaşar Kemal, Çukurova’nın tozuyla, destanın diliyle yazdı. Bir köylü çocuğuydu ama yazar olmak için şehirli görünmeye çalışmadı. Halkın acısını dil yaptı; her sözüyle Anadolu’nun sesini dünyaya duyurdu.
Ve dahi niceleri…
Yazının başında biraz serzenişli, biraz da gülümseyerek saydığım o “bilgisi olmadan fikri olanlar, düşünmeden konuşanlar, akıl etmeden izah edenler, yürümeden koşmak isteyenler, susmadan konuşanlar, dinlemeden söyleyenler, emek vermeden ortak olanlar” tayfası var ya… İşte bu yazıda bahsettiğim insanlar onların tam tersiydi. Onlar bilgiyle yoğrulmuş, düşünceyle mayalanmış, emeği terle karıştırıp yoğurduktan sonra bir köşeye sessizce çekilen adamlardı. Lafla peynir gemisi yürütmeyip, gerçekten de sırtına küfe alarak yol yürüyenlerdi. Konuşmadan önce dinlemenin, anlamadan önce susmanın, paylaşmadan önce üretmenin adabını bilenlerdi. Öyle masa başında ahkâm kesen değil; çamurun içinden geçip, ayakkabısı eskidiği için yolun kıymetini bilenlerdi. Özetle, onlar gösterişin değil; işin adamıydı. Biz de şimdi o eski ustalardan ilhamla yazıyoruz; belki kelimelerimizin ucundan biraz akıl, biraz iz, biraz da edep damlar diye…
İşte tam da bu yüzden, yazının en başında “Cehalet ne güzel şey.” deyip gülümsemem boşuna değil. Bazen bilmeyenler daha huzurlu, fark etmeyenler daha rahat yaşıyor gibi geliyor. Bilmek yorar, düşünmek ağırdır, anlamak çoğu zaman yalnız bırakır insanı. Ama yine de vazgeçemiyorum. Kendimi bazen bir cümlede yakalıyorum, bazen bir insanın izinde… Kalem elimdeyken susmak zor; susarken yazmamak imkânsız. Belki de bu yüzden hâlâ yazıyorum. Belki elimden gelen en sahici şey budur. Belki bu yazı, bir dönemin insanlarına küçük bir selam; bugünün karmaşasında yön arayanlara da içten bir fener olur. Kim bilir… Ama bildiğim bir şey var: İnsan hatırladığı sürece insan kalıyor. Ve yazmak, bazen hatırlamanın en namuslu biçimi oluyor.
Ne bırakırdı insan geriye?
İz.
İz bırakanlardan olmak dileğiyle…
Son olarak “Değerli her ne varsa zahmetsizce bölüşenlere’’ hatırlatılır:
Rahmetle zahmet arasında sadece bir nokta var; ama o nokta alın teridir.
Vesselam.