Balkanlar, tarihin haritasında; Anadolu Türkünün yüreğine çizilmiş bir yurttu. Balkanları kaybettiğimiz demlerde; Selanik’in taş avlularında bir çocuğun adımı, Üsküp’ün sabah ezanında bir annenin duası, Manastır’ın kaldırımlarında bir dedenin bastonu kaldı. Türk’ün göğsüne işlenmiş bir yurt parçasıydı orası. Her sokakta Türkçe’nin sesi dolaşır, her duvarda yılların alın teri gölgelenirdi. Adına Balkan Savaşları denilen ve 1. Dünya Savaşının hemen öncesinde kopan; yürekten toprağı söken, ocakları saran, evlerin kapısını arkadan kapanmamacasına açan bir fırtına bizi öz yurdumuzdan ayırdı. Bu savaşın ardından geride bıraktığımız mezar taşları kadar sessiz, ama o kadar da ağır bir vedaydı yaşanan. Erik gözlü bebeler, dedelerinin ellerinden tutarak düştükleri yolda büyüdü. Söylemesi dile kolay; 2.500.000 civarında Türk’ün Anadolu’ya yürüyüşü esnasında 1 milyon civarında vatan evladı açlık, sefalet ve düşman saldırıları sebebiyle şehit düştü. Geriye kalanlar zamanın İstanbul’una ulaştılar, oradan da yurdun dört bir yanına dağıldılar.

Balkan Harbi’nde; Selanik düştü, Drama sustu, Üsküp ağladı. Ardına bakamadan yola çıkanlar, tren vagonlarına yalnızca bedenlerini değil; geçmişin hatırasını, köyün adını, komşunun sesini, taş duvardaki gölgesini de yükledi. Geri gelenler kimseye sormadılar, nereye geldik demediler. Çünkü geldikleri yer, bir sığınak değil; unutulmuş bir uyanıştı. Bu toprak, onların atalarının Malazgirt’te dualarla adım attığı, her karışına şehit nefesinin sinmiş olduğu topraktı. Anadolu, geçmişin kıyısında kalmışların değil; yurduna dönmeyi hiç bırakmamışların yeriydi. Balkanların fethi sırasında İslamiyeti ve Türklüğü temsil edebilecek aileler tercih edilmiş ve gönderilmişlerdi. Geri gelenleri ‘muhacir’ olarak adlandırsak da gidenler Türk’ün öz evlatlarıydı.
“Elveda diyerek gider soydaşım,
Açılır kapanır göçmenler yolu…”
(Asım Haliloğlu)
Balkanlar’dan gelen her adım, Anadolu’ya düşen bir iz oldu. Her taş, her yol, her köy bu sessiz yürüyüşü duydu. Kalabalıklar arasında dilsiz bir kavuşma yaşandı. Ne dillerini yitirdiler, ne türkülerini. Ağıtlar yeni bir sese büründü; ama içindeki öz hep aynı kaldı. Türk, geldiği toprağı yeni bir başlangıca dönüştürdü. Evler kuruldu, ocaklar yakıldı, çocuklar doğdu. Ama hiçbir çocuk, geçmişten kopmadan büyümedi.
“Suda balık, gökte kuş,
Gurbetteyim, yüreğim boş…”
(Balkan Türküsü)
Florinalı Necati Cumalı bir şiir yazdı; satır aralarından memleketin sesi geçti. Üsküplü Yahya Kemal, İstanbul’un minarelerinde Balkan rüzgârını duyurdu. Selanik’te doğan Mustafa Kemal, Anadolu’da bir milletin kaderini yeniden kurdu. Göçenler yalnızca kalabalık değildi. Her biri bir dil taşıdı, bir kültür taşıdı, bir mücadele taşıdı. Her biri, Türk milletinin bir başka kıtasını yüreğinde saklayan birer elçiydi.
“Rakofça’da bir yâr sevdim,
Eller de sevdi amma benimki başka…”
(Yahya Kemal Beyatlı)

Başka bir yere bakmadılar. Gidecek bir yer aramadılar. Akıllarından yeni bir hicret geçmedi. Bu yurt, geri dönülecek bir geçmiş değil; korunacak bir gelecekti. Ne zenginlik, ne makam, ne menfaat değiştirebildi yönlerini. Anadolu, son durak oldu. Yitirilmiş yurtların ardından gelen sessizlik, bu toprakta kelimeye dönüştü. Her harf bir şehidin duası, her cümle bir annenin gözyaşı oldu.
“Gözlerimizde, kalplerimizde
alev bir çiçek gibi yanacak aşkımız…”
(Naci Ferhadof)
Balkanlar’dan gelenler, Anadolu’yu yalnızca sevmedi; iskan ettikleri beldeleri yeniden inşa etti. Gidenlerle kalanlar bir ve bütün oldu. Çünkü bir elmanın iki yarısıydılar. Bahçelere Rumeli kokusu sindi, türküler yeni akorlarla söylendi, ekmekler aynı hamurla ama yeni ellerle yoğruldu. Yurt kaybedilince, kimlik unutulmadı. Yurt yeniden kazanıldı. Bu kez daha güçlü, daha derin, daha sahiplenilmiş.
Bayrak göğe çekildiğinde yalnızca bir sembol yükselmedi. Geçmişin bütün yükü, bütün gururu, bütün duası o kumaşa işlenmişti. Her sabah, yeni bir doğuş yaşanıyor hâlâ.
Türk milleti, boynunu eğmedi.
Kırılmadı.
Yorulmadı.
Durdurulamadı.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!”
(Mehmet Akif Ersoy)
Vatan yalnızca haritalarda çizilen sınırlar değildir. Yüreğinde ezanla büyümüş bir sevda, bayrakla titreyen bir aidiyet, şehit kanıyla sulanmış bir toprağa bağlılık varsa; işte orası vatandır. Anadolu, bu bağlılığın asırlık adı, bin yıllık yurdudur. Eteklerinde ağıt, dağlarında marş, taşında dua olan bu toprak; öz evlatlarına sırt çevirmedi. Balkanlar’dan gelen her nefes, bu toprakta yankı buldu. Her kayıp, bu vatanda adını yeniden kazıdı.
Son kale burası. Sırtımızı dayayacak bir dağ kalmadı, tutunacak başka bir kıta yok. Ardımızda bırakılmış bir vatan değil; ardımızda bırakılmaması gereken hatıralar var. Önümüzde yalnızca bu toprak var: aziz, kutsal, emanet. Bu bayrak, gökte yalnızlığımıza değil; birlikteliğimize şahit. Bu dua, gırtlağımızda değil; yüreğimizde yükseliyor. Bu yemin, geçmişi taşırken geleceğe yürüyenlerin yemini.
Gidecek yer aranmıyor artık. Aranmaz da. Türk’ün hikâyesi, başka bir toprakta yeniden yazılmaz. Bu toprak, dönülecek son kapı değil; varılacak son menzildir. Her çocuğun gözünde Malazgirt’in gölgesi, her annenin duasında Dumlupınar’ın yankısı vardır.
Balkanlar’dan gelenlerin yüreğinde ne taşındıysa, Anadolu’nun her köşesine sinmiştir. Şimdi o yürek, bin yıllık bir yurdun ritmiyle atıyor. Susturulamaz. Eğilmez. Dağılmaz.
Türk’ün gölgesi bu toprakta kalıcıdır.
Gidecek başka bir yurt düşünülmez.
Çünkü burası yalnızca geçmişin değil;
Ebedî istikbalin adıdır: Anadolu.
Vesselam.
Ahmet abi, çok iyi bir kalem ile önemli bir konuyu değişmişsin. Eline kalemine sağlık, hürmet ve selamlar.