Bu öykü, Necmettin Halil Onan’ın “Bir Yolcuya” şiiri ile gerçek hayatta yaşanmış olayların kurgusal bir birleşimi olarak kaleme alınmıştır.
1915 yılıydı, Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderinin ağır bir yükle sınandığı yıllardan biriydi. Balkan Savaşları’nın açtığı yaralar daha yeni kabuk bağlamışken, Birinci Dünya Savaşı, tüm yakıcılığıyla Anadolu’nun bağrına mesken tutmuştu. Yüzyıllardır üç kıtada at koşturan cihan devleti dört bir yandan kuşatılmış, cephelerde ölüm-kalım savaşı verilirken köylerden kasabalara kadar herkes bu yıkımın gölgesinde yaşıyordu. Bu cephelerden birisi de Çanakkale Cephesi’ydi. Çanakkale Cephesi, imparatorluğun dimdik ayakta durduğu son kale olmuştu. İstanbul’a giden yol burada kapanmalı, düşman buradan geri püskürtülerek devletin namusu kurtarılmalıydı. “Çanakkale geçilmez” dedirten bu direniş, yalnızca bir askeri savaş değil, bir milletin onurunu, geleceğini ve varlığını koruma mücadelesiydi. İstanbul’a giden yol burada kapanmalı, düşman bu topraklardan geri püskürtülmeliydi. Çanakkale Cephesi’nde savaşanların her biri, bu sorumluluğun bilincindeydi.
Bu zorlu mücadelede, Anadolu’nun her köşesinden yirmi senelik hizmet yaşlıları bile cepheye çağrılmıştı. Memleketin her tarafında hesapsız merkezlere insanlar akın ederek yığılmışlardı. Bir sene evvelki Balkan bozgunundan sonra seferberliğe bütün vatandaşların bu kadar şevkle gelişleri çok ümit verici bir haldi. Toprağına sıkı sıkıya bağlı köylüler, şehirliler, genci ve yaşlısıyla seferberlik haberini alınca, geride ailelerini ve hayallerini bırakarak yola düşmüşlerdi. Onların gözünde korkudan çok bir imani bir görev duygusu vardı. Kimi çocuklarının geleceği, kimi yoksul köylerinin bekası için bu çağrıya boyun eğiyordu. İşte Yozgat-Boğazlıyan’ın Yazıçepni Köyü’nden Hasan da bu çağrıya uyanlardan biri olmuştu.
Yazıçepni Köyü, adından da anlaşıldığı gibi uçsuz bucaksız düz ve verimli arazilerle çevrili, ortasında çeşmelerin akarından oluşan doğa harikası bir göl bulunan, gölün etrafı söğüt ağaçlarıyla süslenmiş orta nüfuslu bir köydü. İnsanları sabahın ilk ışıklarıyla tarlalarına gider, akşam olunca gölün kenarındaki namazgahta toplanırdı. O gün de namazgahta bir sessizlik hâkimdi. Sabah ezanının ardından İsmail Ağa, elinde resmi bir kâğıt ve iki jandarma zabitiyle köyün ortasına gelmiş, sessizce jandarmadan gelen haberi köylüsüne duyurmuştu.
Seferberlik ilanının malumu olan bu kâğıtta köyden beş kişinin adı vardı. “Hasan! Sen de yazılmışsın oğlum,” demişti İsmail Ağa, kısık bir sesle. Beş kişinin adını seslenirken “Vatan sizi çağırıyor yiğitlerim.” Demeyi de ihmal etmemişti. O sırada Hasan, gölün kenarındaki çeşmenin başında durmuş, tarlasından getirdiği azık torbasını dolduruyordu. Sesin tonu, meydandaki insanların yüz ifadeleri ve kâğıdın ağırlığı ona her şeyi anlatmıştı. Hasan’ın kalbinde bir acı, yüzünde burukluk olsa da göğsü daha bir genişledi ve kararlığını bozmadı.
Kalabalığın gitgide artmasıyla bir anda yanında karısı Zeynep belirdi. Elleri beyaz yağlığına sarılmış, gözleri dolu ama dimdik bir şekilde Hasan’a bakıyordu. Zeynep bir şey söylemek istiyor ama kelimeler boğazına düğümleniyordu. Hasan da aynı sessizlik içinde Zeynep’e baktı. Gözleriyle konuşurlarken bir daha görüşememek korkusu, geride kalanları emanet etmenin ağırlığı…
“Beni düşünme ağa,” dedi Zeynep, sesi hafif titreyerek. “Çocuklarımızın başında ben varım. Sen dönene kadar onları büyütürüm Hasan’ım. Çağrıldığın cenkte Allah yoldaşın olsun, seni bize bağışlasın…”
Hasan, Zeynep’in omzuna elini koydu, bakışlarını karısının gözlerinden ayırmadan:
“Çocuklarımıza, babalarının gururla gittiğini anlat. Dönersem bu toprağın kokusuyla dönerim. Dönemezsem, Allah bizi cennette buluşturur canımın yongası.”
Birkaç gün sonra Hasan, köyden beş kişiyle birlikte yola çıktı. Ayaklarının altında kuru toprağın ezilişi ve söğüt dallarından esen rüzgâr, derin bir vedanın sessiz tanıkları olmuştu. Yola düşenlerin her biri, köylerinden geriye dönüp bakmaya cesaret edememişti. Zaten bu topraklarda döneceklerine dair verilen söz, çoğu zaman sadece bir avuntu olurdu.
Yaya bir şekilde Yenifakılı Tren İstasyonu’na vardıklarında, onları kara tren bekliyordu. Sayım işleminin ardından siyah dumanlar çıkaran tren, ağır ağır ilerliyor, sanki binenleri geri dönülmez bir yolculuğa taşıyacağını haykırıyordu. Hasan ve diğer köylüler, trene bindiklerinde vagonun her köşesinde farklı bir hikâye buldular. Kimi asker dua ediyor, kimi pencereden dışarı bakıyordu. Sessizlik, trenin raylarda çıkardığı ritmik sesle bölünüyordu.
Yolculuk devam ederken, Hasan’ın yanında oturan köylüsü İsmail, pencereden dışarı baktı. Gözleri bir noktada dalıp gitmiş gibiydi. Sonra hafifçe fısıldadı:
“Hasan… Buradan atlarsak kimse anlamaz. Şu boş dağların arasında kim bizi bulur? Dönelim köyümüze, ailemize. Ya burada ölürsek? Ya bir daha dönemezsek?”
Bu sözleri duyan Hüseyin, başını kaldırdı. “Doğru diyorsun,” dedi İsmail’e. “Ha bir eksik ha bir fazla”
Hasan, arkadaşlarının sözlerini duyunca doğruldu, yüzünü onlara döndü:
“Bunu nasıl söylersiniz? Er dediğin cenkten kaçar mı, bu vatan bize vatan emanet edildi. Geri dönmek, bu emanete ihanet olur. Hepimiz ailemizi bıraktık, ama bu yola çıkarken ne için çıktığımızı unutmayın.”
Ama İsmail ve Hüseyin kararlıydı. Tren bir virajdan dönerken sessizce kalkıp kapıya yöneldiler. Hasan onları durdurmaya çalıştı, ama nafileydi. Karanlıkta, trenden atlayarak kayboldular.
Hasan, bu olayın ardından yerinden kalkmadı. Gözlerini kapayıp Zeynep’in ve çocuklarının yüzlerini düşündü. Onların ona güveni, içinde bir kez daha vatan için yürüdüğü yolda bir güç oluşturdu. “Kaçmak bize yakışmaz, evlatlarıma bu mirası nasıl bırakırım” diye fısıldadı. Tren, yoluna devam ederken Hasan bir an bile geri dönmeyi düşünmedi.
Hasan ve köyden beraber yola çıktığı iki kişi, dumanlar saçarak raylarda ağır ağır ilerliyor, vagonlar derin bir sessizliğin içinde sarsılıyordu. Hasan, pencerenin buğusuna dönmüş, Zeynep’in son sözlerini hatırlıyordu: “Çağrıldığın cenkte Allah yoldaşın olsun, seni bize bağışlasın…”
Tren; köylerin, ovaların, vadilerin arasından ilerlerken, vagonun içindeki askerlerin yüzlerinde hep aynı ifade vardı: sessiz bir kararlılık. Bazıları başını önüne eğmiş bildikleri duaları ediyor, bazıları da ailesinin hayaliyle gözlerini uzak ufuklara dikip boş gözlerle olan biteni izliyordu. Arada bir rayların düzenli tıkırtısı dışında kimse konuşmuyordu. Hasan’ın aklı, bıraktığı köyde, ocağında kalmıştı, ama yüreği onu cepheye çağıran bu yolculuğun sorumluluğuyla doluydu.
Tren, uzun bir yolculuğun ardından bir aktarma noktasına vardı. Burası, Anadolu’nun tam kalbinde, askerlerin toplanma yeri olarak kullanılan bir istasyondu. Rayların kesiştiği bu geniş alanda yüzlerce asker birikmişti. İstasyonda bir kargaşa hakimdi. Levazım çadırları, çadırların önünde kaynayan çaydanlıklar, soğuk havada nefeslerinden buhar çıkan askerler ve asker ailelerinin sesleri birbirine karışmıştı. Hasan ve arkadaşları, trenden inerek kendilerine verilen yeni talimatları beklemeye başladılar.
Bir süre sonra Hasan ve beraberindeki askerler için başka bir tren hazırlandı. Bu tren, Çanakkale Cephesi’ne giden yola bağlanacaktı. Bu kez vagonlar daha kalabalıktı; gençler, ihtiyarlar, silah altına alınmış her yaştan insan, hep birlikte bu yeni trene biniyordu. Hasan, trene binerken yanındaki askerlerden birine dönüp sessizce sordu:
“Burası kaç kişinin son vedası oldu kim bilir? Buradan geçerken herkes bir şey bırakıyor gibi…”
Yanındaki asker, Hasan’ın yüzüne baktı, ama bir şey demedi. Gözleri uzaklara dalmış, sanki aklından başka bir sahne geçiyordu. Tren tekrar hareket ettiğinde, vagonların içindeki sessizlik daha da ağırlaşmıştı.
Tren, Çanakkale’ye yaklaştıkça havadaki gerilim hissedilir hale geliyordu. Hasan’ın gözleri, ufukta yavaş yavaş beliren tepelere takıldı. O tepelere ulaştığında artık dönüş olmadığını biliyordu. Tren, uzun bir yolculuğun ardından nihayet cephenin yakınına ulaştı. İnerken vagonun ağır demir kapısını tutan Hasan, derin bir nefes aldı ve kendi kendine şöyle fısıldadı:
“Bu yolculuk biterse…”
Hasan ve beraberindekiler, cephenin yolunu tuttuklarında kulaklarına artık top sesleri gelmeye başlamıştı. Çanakkale toprakları, henüz adım atılmadan, askerleri içine çeken o büyük mücadelenin ruhunu hissettiriyordu. Hasan, sırtında silahıyla ileriye doğru adım atarken, arkasında bıraktığı toprakların, ailesinin ve köyünün yükünü omuzlarında taşıyordu. Bu yolculuk, artık Hasan için bir dönüş değil, varoluş mücadelesiydi.
Hasan, trenle ulaştığı Çanakkale’deki ilk gününde toprakların kokusunun ve, ruhunun bambaşka olduğunu hissetti. Yorgun bedenler, ter ve barutun keskin kokusuyla baş ederken imanları gereği tazeleniyor ve sürekli tevekkül ediyorlardı. Askerler, her yeni geleni sessizce karşılarken gözleriyle de selam ederek sükuneti koruyorlardı.
Savaş tüm şiddetiyle devam ediyordu. Kimi zaman düşman topçuları yağmur gibi mermi yağdırıyor, kimi zaman siperlerin ötesinden gelen naralar gökyüzünü inletiyordu. Hasan, bu toprakların her metrekaresinin bir milletin kaderine tanıklık ettiğini hissetti. Özellikle bir isim, siperlerdeki askerlerin dilinden düşmüyordu: Mustafa Kemal. Onun emirleri, askerlere sadece yol göstermiyor, aynı zamanda cesaret aşılıyordu.
Hasan bu eşsiz komutanın emrindeki birliğe tayin olduğunu duyduğunda kulaklarına inanamadı. Bu onun için düğüne gitmek gibi bir şeydi. Sabah kalktığında çamurlu postallarını daha bir temiz, kıyafetlerini daha bir bakımlı hale getirdi. Sonra kendi kendine düşündü ve içinden şöyle dedi “Sen kim koca Mustafa Kemal Paşa’yı görmek kim…”
Ağustos ayının yakıcı sıcağında, Hasan, Çanakkale’nin sert kayalıklarında ilerlerken toprak bile kanla karışık ter kokuyordu. O gün Mustafa Kemal’in emirleri doğrultusunda, Anafartalar Cephesi’nde Suvla Koyu’na yönelen düşman çıkarmasına karşı savunma hattına sevk edilmişti. Savaşın üçüncü cephesinde işler çok çetinleşmiş, İngiliz birlikleri her geçen saat sayıca artmıştı. Hasan, siperin kenarında tüfeğini sıkıca kavramış, Mustafa Kemal’in verdiği cesur direktifleri hatırlıyordu.
“Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve komutanlar gelecektir,” demişti o güçlü ses. O an Hasan, bu toprağın her karışının kendi kanlarıyla sulanacağını çok iyi anlamıştı. Bu sözler, Hasan’ın yüreğine cesaretle birlikte büyük bir huzur verdi.
8 Ağustos 1915 gecesinde Hasan cebinden çıkardığı bir kağıt parçasına karısı ve yarularına ulaştırılmak üzere bir mektup kaleme aldı. Mektubunda onlara olan özlemi ve vatan aşkını gözyaşları tamamlamış ve geride bırakacağı nesline seslenmişti. Mektubu sonra haberciye teslim ederim diyerek göğsüne koydu ve siperde derin bir uykuya daldı. Sabah saatlerinde bulunduğu siper, düşmanın yoğun top ateşiyle sarsılmaya başlamıştı. Hasan, kendini yere atarak sırtındaki tüfeği kavradı. Düşman ilerliyor, siperler arasında göğüs göğüse çarpışmalar başlıyordu.
Hasan, düşmanın üzerine atılmak için bir an tereddüt etmeden siperin kenarından çıktı. Yanında savaşan arkadaşlarına dönüp, “Bugün burada kaybedersek, geride bıraktıklarımızın yüzüne nasıl bakarız? Bugün vatanı razı etmek günü; ölürsek şehit, kalırsak gazi oluruz.” Dedi. Ardından, tüfeğini doğrultarak düşman hatlarına doğru koştu.
Savaşın en çetin anında bir patlama oldu. Hasan yere düştüğünde, göğsünden akan kan, gökyüzüne yükselen dumanlarla birleşmişti. Hasan’ın elleri, göğsündeki mektuba sıkıca kapanmıştı. Son bir nefesle içinden dualar mırıldandı ve gözleri sonsuzluğa kapandı…
Çarpışma bir süreliğine durmuştu. Düşman, geri çekilmek zorunda kalmıştı. Siperlerde kalan Osmanlı askerleri, şehitlerini birer birer sırtlayarak defnetmek için uygun bir alan arıyordu. Hasan’ın naaşı, diğer şehitlerle birlikte, Anafartalar sırtlarında bir söğüt ağacının altına götürüldü. Arkadaşları, Hasan’ın göğsündeki mektubu fark ederek çıkardılar ve o anın telaşıyla yakındaki söğüt ağacının kovuğuna koydular. Şehitler için selalar okunurken, siperlerdeki askerlerin gözleri dolmuştu. Can verip devleşenlerin toprağa karışan her canı, bir milletin bağımsızlık için ödediği bedelin bir parçasıydı.
Aradan yıllar geçti…
Anafartalar Şehitliğinde nöbet tutan bir asker, yaşlı bir söğüt ağacının kovuğunda bir mektup buldu. Üzerindeki bilgilerden yola çıkılarak mektup Hasan’ın torunu Resul’a ulaştırıldı. Resul, hayretler içindeydi, aradan yarım asırdan fazla zaman geçmiş bir mektubu okuyor, adeta o anları yaşıyordu.
“Sevgili Zeynep ve yavrularım;
Anafartalar Cephesi’nde kahramanca çarpışıyoruz. Evvel Allah ya bugün ya da birkaç gün sonra şehit olacağım. En çok köyümüzün harman yerinde ağustos sıcağında o tatlı yorgunluğun üzerine gelen öğlen yemeğinde sizlerle ayran aşı içmeyi özledim. Bu satırları size yazarken, her kelimemde aklımdasınız. İyi ki mektepte okuma yazmayı öğrendim diye dua ediyorum. Burada, Çanakkale’nin siperlerinde, üzerimizde barutun ve toprağın keskin kokusu var. Ama bilmenizi isterim ki, her nefesimizde sizin dualarınızı hissediyoruz.
Eğer bu mektup size ulaşırsa, bilin ki buradaki hiçbir nefes boşuna alınmadı. Bugün üzerimizden geçen topların sesiyle uyandık. Öğleye doğru sela sesleri geldi. Biz burada yaşıyoruz, ama bizimle yaşayan ve uçmağa varan canlar var. Onların her biri, bu toprağın bağrında bir yıldız gibi parlıyor.
Bir gün Ömer büyüyecek, Elif belki benim hikayemi hiç hatırlamayacak kadar küçük kalacak. Ama unutmayın: Bizi buraya gönderen vatan sevgisiydi. Eğer selaları duyarsanız, bilin ki onlar burada bir milletin yeniden doğuşunun habercisidir.
Zeynep, çocuklarımıza şunu söyle: Bu toprakların her karışı, sadece bizim değil, gelecek nesillerin de hikayesini yazıyor. Selalar bizimle yankılanıyor; onların içindeki dua, bizim tek sığınağımız. Eğer bir gün buraya gelirseniz, selaların yankısını duyabilirsiniz. O zaman anlarsınız ki bu toprak, sadece bizim değil; bizim ardımızdan gelenlerin de vatanı kalmıştır…
Allah’a emanet olun.
“Yozgatlı Hasan”
Resul, mektubu okuduğunda kalbinde bir yanma hissetti. Dedesinin yıllar öncesinden kendisine bir mesaj verdiğini düşünerek hemen Çanakkale’ye gitmeye karar verdi.
Resul, Çanakkale’nin taşlı yollarında ilerlerken bir yamaçtan geçiyordu. Gözleri, mektubun bulunduğu o söğüt ağacını arıyordu. O anda kulağına, sanki rüzgarla gelen bir ses yankılandı:
“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.”
Resul, durdu ve bu dizeleri içinden tekrarladı. Anafartalar Cephesi savaşlarının geçtiği alanda bir müddet aradıktan sonra nihayet yıllanmış söğütlerin olduğu bir tepe gördü. Tepeye ulaştığında içlerinden en yaşlıca görünen söğüt ağacına baktı, yapraklarını toprağa doğru eğmiş, adeta dedesinin hikayesini korur gibi duruyordu.
“Eğil de kulak ver bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir!”
Resul, söğüt ağacının gölgesine oturdu. Elinde dedesinin mektubu vardı. Dedesinin yazdığı her kelimenin bu toprağın kokusunu taşıdığını hissediyordu. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Bu topraklarda atılan her adımın, her nefesin sonsuz bir anlam taşıdığını şimdi daha iyi anlıyordu.
“Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğduğu sele
Mübarek kanını kattığı yerdir.
Düşün ki, haşrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.”
Resul, başını gökyüzüne kaldırdı. Söğüt ağacının dalları, gökyüzüne uzanıyordu. Dedesinin seferberliğe gittiğinden beri kendisinden haber alınmadığını bilen Resul, bu ulu ağacın altında yatan dedesinin ruhunun huzurunu hissetti.
Ve şimdi, onun hikayesi, bu toprakların bir parçası olmuştu.
‘Yolcu’ artık Resul’du…
Hasan, Ömer’in
Ömer, Resul’un
Resul, Ahmet’in babasıydı…