Bu yazı, Nazım Hikmet Ran’ın Kuvâ-yi Milliye destanı şiirinden ilhamla kurgulanmış bir anlatıdır.
Birkaç inanmışın, bir çokluğun kof ve güruh varlığına karşı verdiği bir destanın adıydı bu.
Gün, Ötüken’den yola düşenlerin kılıçlarıyla sertleştirdikleri, kanlarıyla sulayarak vatan kıldıkları topraklar üzerinde; haramilerin, çaşıtların ve yedi düvelin gözü varken yola revan olup bir su damlasıymış gibi dereye karışmak, oradan ırmağa akmak ve denize ulaşarak birliğin gücüyle vatana el birliğiyle sahip çıkmak günüydü.
Tam o anda, uzaklarda bir ışık belirdi. Samsun’un dalgalarında yankılanan bir ses duyuldu:
“Geldikleri gibi giderler!”
Bu ses, gecenin içinde yankılandı. Biliyoruz ki, o sesin sahibi mavi gözleriyle ufka bakıyor, aklıyla, iradesiyle yeni bir destan yazıyordu. Mustafa Kemal, bir milletin kaderini değiştirecek ilk adımı atmıştı. Anadolu’nun bağrında filizlenen bir isyan ateşi yanıyordu artık.
Biz, onun çağrısını duyduğumuzda, zaman kaybetmeden yola koyulduk. Küçük bir grup vatanseverdik; kimi çiftçi, kimi tüccar, kimi medrese talebesi… Ama hepimiz aynı inançla ilerliyorduk. Silahımız yoktu, yolumuz çetindi. Geceyi düşman, gündüzü dost bildik. Karla kaplı yolları aşarken dizlerimiz titredi, ama yüreğimiz sarsılmadı.
Zemheri ayazı kesti ilkin hızımızı, sonra yolumuza haramiler dadandı. Dilimizde anamızın beşikte belerken söylediği vatan türküleri pelesenk, göğsümüzde düşman işgaline karşı direnç, gecenin karanlığında ilerliyorduk; yolumuz meçhul, niyetimiz berraktı. Yedi düvelin kahrına direnmiş bir avuç inanmıştık, üşüyorduk ama yanıyordu içimizdeki ateş.
Bir yol ayrımına vardık ki orada haramiler pusu kurmuş, dostun da düşmanın da yüzü görünmüyordu. Yolda iki yüzlülüğün türlüsü göründü gözümüze. Bizi inandırarak yola revan edenlerle, yolumuzu kesenler birmiş meğer. Kimin dost, kimin düşman olduğu karışmıştı. Aynı sofrada ekmek bölüşenlerin, aynı sofrayı bize dar ettiğini gördük. İnandığımız değerler için yürüdüğümüz bu yolda, omuz omuza sandıklarımızdan hançer yedik. Ama biz ne yaralarımızı saydık ne de düştüğümüz yerden kalkmayı unuttuk. Biliyorduk ki, bir toprağın vatan olması için, üzerine düşen kanın kuruması gerekirdi.
Bambaşka diyarlardan gelen Mehmet’ler, Ali’ler, Esma’lar, Ahmet’ler…
Ve biz, bir çığ gibi yuvarlanarak büyüyorduk.
O an, içimizden biri doğruldu. Sırtındaki yorgunluğu, gözlerindeki hırsı silkeleyerek. Gökyüzüne baktı, yıldızlar kadar emin bir sesle fısıldadı:
“Onlar ki toprakta karınca, Suda balık, havada kuş kadar çokturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.”
Bir başkası devam etti:
“Ve onlar ki bir kere korkuya esir oldular mı, Boyunlarında kendi elleriyle geçirdikleri urgan ve onlar ki bir kere ‘yanlış yaşadık’ dediler mi, Ömür boyu sürünmeye mahkûmdurlar.”
Yüzümüz Yusuf, gönlümüz Yunus, halimiz Hüseyin’di. Döne döne dövüştük, vurulduk, ama düşmedik. Kanımız aktı, ama toprağa düşen her damla, yeni bir inancın köklerini suladı. Bu bir cenkti; namertle merdin, zulümle adaletin, korkakla cesurun çarpıştığı bir cenk… Ve biz namımızdan gayrı sermayesi olmayan birkaç inanmış, harami saltanatına şerefini satanlar ve türlü iç ve dış hayınlara karşı dimdik durduk. Çünkü doğru duvar yıkılmazdı ve tam inanmış birkaç kişi, çakal sürüsünden daima çoktu.
Geceleri pusular, gündüzleri tuzaklar içindeydik. Ekmeğimiz bölündü, yolumuz kesildi, ama içimizdeki ateş sönmedi. Dağlar kadar suskun, rüzgâr kadar serttik. Geceye karışan nefesimiz, gün ağardığında yeni bir mücadelenin habercisiydi. Kimi zaman yalnız kaldık, kimi zaman bizi unuttular. Ama biz unutmadan yürüdük. Biliyorduk ki, zamanın terazisi şaşmaz, hakikat eninde sonunda gün ışığına çıkardı.
Davamız bir toprak davası değildi, mevki ya da mülk kavgası hiç değildi. Davamız, haklının güçlü, güçlünün adil olduğu insanca bir yaşam içindi. Gözümüzü ufka diktik, yıldızlar kadar kararlıydık. Çakallar uluyordu, korkuyla, endişeyle, sinsilikle. Biz sustuk, ama sustuğumuz yerde kelimelerimiz kılıca dönüştü. ‘Yay’ gibi eğilmektense, ‘ok’ gibi dosdoğru yürümeyi seçtik.
Ve nihayet, bir sabah, ufukta güneş doğdu. Önce karanlığı deldi ışık, sonra toprağa düştü. İzmir’in dağlarında çiçekler açtı, bir milletin hürriyeti selamlandı. Bu bir zafer miydi? Hayır. Bu bir başlangıçtı. İnandığımız hakikatler, bu kez kök salıyordu. Çünkü Yusuf’un sabrı, Yunus’un yüreği ve Hüseyin’in adaletiyle dövüşenlerin kalemiyle yazılan destanlar, zamanın rüzgârlarında savrulmazdı.
“Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. “
Biz başlıksız bir destan yazdık, fakat bilirdik ki, bazı hikâyeler isimsiz de olsa unutulmaz. Yolumuz bitmeyecekti. Çünkü insan bir yolculuktu ve bu yolculukta en kıymetli şey, vicdanın pusulasıydı. Düşmanlarımız da öğrenecekti. Onların kazandığını sandıkları her yerde, kaybeden hep onlar oldu. Çünkü harami saltanatı, inançla yola çıkanların göğsünde taşıdığı şeref kadar ağır olamazdı.
Geriye dönüp baktığımızda, yıkılmış duvarlar gördük.
Ama bizim duvarımız hâlâ dimdik, hâlâ ayaktaydı.
Ve biz, birkaç inanmış kişi, bir sabahın ilk ışıklarıyla yeniden yola koyulduk.
Çünkü yol biterse, hikâye de biterdi.
Ama bu hikâye, insana ve insanlığa dair olduğu için, bitmeyecekti…