Bu öykü, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Öğretmen” şiiri ile gerçek hayatta yaşanmış olayların kurgusal bir birleşimi olarak kaleme alınmıştır.

Kızılırmak’ın Öte Yanı

Resul, Kızılırmak’ın kıyısında, gökyüzünü ince bir tül gibi kaplayan sayısız yıldızın altında dünyaya geldi. Annesi İpek’in içten duaları, babası Ömer’in sabırla harladığı ocağın sıcağıyla birleşiyor, yeni bir hayatın başlangıcını müjdeler gibi bir his yaratıyordu. Onun ve o zamanlarda doğanların doğum günü, tam olarak hatırlanmazdı. Resul’un doğum zamanı da; sabanların toprağa iz bıraktığı, güneşin bozkırda altın gibi parladığı bir harman mevsimiydi. Köy, Anadolu’nun bağrında, bozkırın ortasında bir kum zambağı gibi inatçı bir dirençle yükseliyordu. Dağların ardına kadar uzanan uçsuz bucaksız bozkır, rüzgârla dans eden ekinlerle dolup taşarken, Resul’un çocukluğu bu sonsuzluğun içinde, toprağın ve rüzgârın kokusuyla yoğruluyordu.

Babası Ömer, nasır tutmuş ellerine rağmen, köyün tozlu yollarına meydan okuyarak hayaller kurardı. Bu hayaller, sadece kendi dünyasına değil, oğlunun geleceğine de bir umut ışığı yakmak içindi. Akşamları köy odalarından getirdiği masalları anlatır, bu hikâyeler Resul’un zihninde tavandaki islere yansıyan gölgeler gibi şekillenir, her gece başka bir serüvene dönüşürdü. Annesi İpek, ocağın dumanını sabırla tüttürürken, Ömer’in yüzündeki derin çizgiler, Resul’un ruhuna kazınan sessiz hikâyeler haline gelirdi. O evde, bir çocuğun hayalleri, bozkırın yıldızlı gecelerinde kanatlanıyordu.

Resul’un ilkokulu bitirdiği gün, hayatı tıpkı bozkırın ufuk çizgisi gibi genişlemeye başladı. Fakat köy hayatının gerçekleri, çocukların okuldan sonra hemen işe dönmelerini gerektirirdi. Resul, koyun sürüsünü otlatmaya başladığında, Kızılırmak’ın dingin sularına karışan rüzgâr, yalnızca sürüyle değil, hayalleriyle de baş başa kalmasını sağlıyordu. Geceleri yıldızlara bakar ve köyün ötesinde bir dünyanın var olduğunu düşlerdi. Gökyüzündeki her yıldız, onun için bilinmeyene birer işaret, umut dolu birer haritaydı. Her sabah, babasının kulaklarında çınlayan sesi ona yol gösteriyordu:

“Bir gün Kızılırmak’ın ötesine geçeceksin, oğlum. Bizim yapamadığımızı sen başaracaksın.”

O gün nihayet geldiğinde, Resul’un sırt çantasında yalnızca birkaç parça eşya değil, bir köyün umutları da vardı. Kayseri’ye doğru yol alırken, Kızılırmak’ı geçtikleri an rüzgâr adeta onunla konuşur gibiydi. Her şey, Resul’un hayallerini ve köyünün ona yüklediği umutları gerçekleştirmek üzere başladığı bu yeni yolculuğun habercisiydi.

Kayseri’de Bir Umut

Kayseri’nin geniş sokakları, Resul için aynı anda hem ürkütücü hem de büyüleyiciydi. Şehir, köydeki sessizliğin tam tersine, sürekli bir devinim içindeydi; her köşe başında yeni bir ses, her sokakta başka bir hikâye yankılanıyordu. Resul, bu canlılık karşısında kendini küçücük hissetse de, içindeki merak ve öğrenme arzusu onu ileriye taşıyordu.

Nuh Naci Yazgan Köylü Talebe Yurdu

Resul gibi taşradan gelen çocuklarla dolup taşıyordu. Yurdun uzun ve loş koridorlarında yankılanan ayak sesleri, bir yandan geçmişin ağırlığını taşırken diğer yandan geleceğin umutlarını fısıldıyordu. Resul, buradaki arkadaşlarıyla birlikte, yoksulluğun ne anlama geldiğini çok erken yaşta öğrendi. Yetersiz kıyafetler, soğuk kış gecelerinde buz gibi yatak odaları ve bitmeyen zorluklar… Ama bu yokluk, Resul’un içinde korkuya değil, dayanışmaya olan inancı güçlendiren bir duyguyu filizlendirdi. Paylaştıkları her lokma, her sıcak an, onların birbirine daha sıkı bağlanmasını sağladı.

Abisi Ahmet’in Almanya’dan gönderdiği harçlıklar, Resul’un hayatında sadece bir maddi kaynak değil, bir umut ışığıydı. Bu paralar, yalnızca kendi masraflarını karşılamasını sağlamıyor, bazen yurttaki arkadaşlarının da ihtiyaçlarını gidermeye yetiyordu. Resul, bu yardımları alırken her zaman aynı inançla konuşurdu:

“Okuyacağız,” derdi, “ama yalnızca kendimiz için değil, geride bıraktığımız köy için de okuyacağız.”

Kayseri’nin sert kış gecelerinde, yurdun pencere camlarından sızan keskin soğuk, Resul’un idealist ruhunu ısıtamazdı. Ama bu soğuk hava, onun içindeki kararlılığı da sarsamıyordu. Çünkü zihni, ders kitaplarının arasındaki kuru metinlerden çok daha fazlasıyla meşguldü. Gözlerinin önünden hiç gitmeyen, köyde bıraktığı çocukların boş ve çaresiz bakışları, onun için en güçlü motivasyon kaynağıydı. Her sayfa çevirdiğinde, her yeni bilgi öğrendiğinde, o bakışlara bir ışık taşıdığına inanıyordu.

Kayseri’de geçen günler, Resul için yalnızca akademik bir süreç değil, hayata dair en büyük derslerini aldığı bir dönem oldu. Şehir ona, hem zorluklarla başa çıkmayı hem de dayanışma içinde bir umut yaratmayı öğretiyordu.

Hatice’nin Hikayesi

Zile’nin taş döşeli dar sokakları, sabahın ilk ışıklarıyla uyanırdı. Gün boyunca babalar, ellerindeki azıkları pay ederken, çocuklar bu küçük ilçenin tozlu yollarında, hayallerin sınırlarını zorlayan oyunlar oynardı. Hatice, bu sokaklarda büyüyen bir çocuktu; ancak onun hayalleri, sıradan bir çocuğun düşlerinden çok daha büyüktü. Babası Ömer’in el arabasında taşıdığı hırdavatlarla, her gün sokak sokak dolaşan bir umut gibi gezinirdi. Ömer, yorulmak bilmeyen adımları ve tok sesiyle ilçenin her köşesini avucunun içi gibi bilirdi. “Bu dünyada iki şeyim var,” derdi her fırsatta, “biri arabam, diğeri kızım Hatice.”

Ömer’in gözlerindeki kararlılık ve inanç, Hatice’nin yüreğinde bir kıvılcım ateşlemişti. Çocukluğundan beri babasının arabanın tekerleklerini çeviren ellerine bakar, alnından süzülen ter damlalarını izler ve kendi kendine bir söz verirdi:

“Ben okuyacağım baba. Sana bu yükü hafifleteceğim.”

Bu sözler, Ömer’in yüreğinde hem bir sevinç hem de tarif edilemez bir hüzün bırakırdı. Kızına olan güveni, gururunu kabartırken, onu destekleyememenin ağırlığını da hissettirirdi. “Kızım,” derdi zaman zaman, “sen okursan benim kamburum yük değil, gurur olur.”

Ticaret lisesini bitirdiği gün, Hatice babasının gururlu bakışlarının altında, kendini yeni bir dünyanın kapısında hissetti. O gün, yalnızca bir mezuniyet değil, onun için geçmişle vedalaşıp geleceğe yürüdüğü bir dönüm noktasıydı. Zile’nin dar sokaklarından çıkıp Kayseri’nin geniş caddelerine uzanan bu yolculuk, Hatice’nin hayallerini gerçekleştirme çabasının bir parçasıydı. Kömür Tevziye’deki tayin yeri, yalnızca bir iş değil, ailesine destek olmanın gururunu taşıdığı bir başlangıçtı. Her ay aldığı maaşla yalnızca ailesinin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor, aynı zamanda kalbinde umut dolu bir geleceğin tohumlarını yeşertiyordu.

Kayseri’nin geleneksel komşuluk kültürü, Hatice’nin hayatına Resul’ü getirdi. Dayısının evi, Resul’un ablasının evine komşuydu. Sabahları pencere önlerinde başlayan kısa bakışmalar, zamanla nazikçe verilen selamlarla yer değiştirdi. Hatice’nin çalışkanlığı, samimiyeti ve kararlılığı, Resul’un hayatında yeni bir ışık yakmıştı. Gönül ilişkileri filizlenen iki genç, birbirlerinin hayallerine ortak oluyorlardı. Hatice’nin gözlerindeki inanç, Resul’un öğretmenlik idealiyle harmanlanıyor, birlikte büyüyen bir geleceğin habercisi oluyordu.

Bir gün Hatice, Resul’un kulağına hayatlarının yönünü belirleyecek o sözleri fısıldadı:

“Sen öğretmen ol, sonra sıra bende. Hep birlikte başaracağız.”

O andan itibaren Hatice’nin maaşı, Resul’un okul masraflarını karşılamaya yetiyordu. Ancak bu, sadece bir maddi destek değildi; aynı zamanda birbirlerine olan inançlarının somut bir göstergesiydi. Onların birlikte büyüttükleri hayal, yalnızca kendilerini değil, gelecekte dokunacakları hayatları da sıkıca birbirine bağlayan bir köprü oldu.

Sarıkaya’ya Varış

1976 yılının serin bir ilkbahar sabahında, Resul ve annesi İpek, Sarıkaya köyüne vardıklarında taş yollar, onları yıllardır bekler gibi sessizdi. Köyün üzerine ince bir sis çökmüş, rüzgar dallardaki yaprakları nazikçe sallıyordu. Ahşap ve kerpiçten yapılmış evlerin damlarından tüten duman, gökyüzünde zarif bir beyaz çizgi gibi süzülüyordu. Bu dumanlar, köy halkının ağır yaşam koşullarını ve hayata tutunma mücadelesini adeta görünür hale getiriyordu.

Sarıkaya, çevresindeki dağlarla sarmalanmış, bozkırın sessiz çığlığı gibi bir köydü. Sessizliği bozan tek şey, doğanın kendi melodisiydi: hafif esen rüzgarın dallara çarpışı, uzaktan gelen bir kuzunun melediği ve insanların derin iç çekişleri.

“Hey hey, burası bir dağ köyü, kurda kuşa
Bırakılmış göğün kıyısına bırakılmış
83 toprak ev, 83 acı duman,
Çoluğuyla, çocuğuyla 415 karanlık.”

Resul, köy meydanında toprağa ilk adımını attığında, karşısında gördüğü çocuklar bakışlarını ona dikmişti. Sessiz bir merakla bakan bu çocuklar, eski elbiseleri ve yalın ayaklarıyla oyun oynuyorlardı. Küçük bir cesaretle bir çocuk, “Öğretmen misiniz?” diye sordu. Bu soru, Resul’un yüreğine bir sıcaklık yaydı. Çocukların gözlerindeki umut, onun için yalnızca bir karşılamadan ibaret değildi; geleceğe uzanan bir köprüydü. Hafifçe gülümseyerek, “Evet,” dedi, “Ben öğretmenim. Hep birlikte burayı değiştireceğiz.”

Köydeki okul, zamana direnen bir yapıydı. İki sınıflı binanın çatlak duvarları, dökülmüş sıvaları ve eskimiş sıraları, köyün mücadelesini yansıtıyordu. Ama Resul’un gözünde bu bina, köy çocukları için bir sığınak, köy halkı içinse bir umut kaynağıydı. Sınıfa adım attığında, tahtanın karşısına geçip tebeşirle büyük harflerle yazdı: “Merhaba Çocuklar.” Sınıfın içine yayılan sessizlik, bu yeni başlangıcı kutsar gibiydi.

Annesi İpek, köy kadınlarının arasına hızla karıştı. Çalışkanlığı ve sıcak tavırlarıyla, onların ağır yüklerini hafifletmek ve güvenlerini kazanmak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Tandır başında geçen sohbetlerden, imeceyle yapılan işlere kadar her an, İpek’in köyün kadınlarıyla güçlü bağlar kurmasını sağladı.

Çocuklar, Resul’un öğretmenliği kadar İpek’in sıcaklığına da kısa sürede alıştı. Köyün gençleri, onun derslerinde yeni şeyler öğrenirken, kadınlar İpek’le dertleşip hayatın yükünü paylaşıyordu. Sarıkaya, artık yalnızca bir aile için değil, tüm köy için bir yuva haline geliyordu. Resul ve İpek, yalnızca öğretmenlik yapmıyor, aynı zamanda köyün hayatına umut katıyordu.

Hatice’nin Köye Gelişi

Hatice, Kayseri’deki eğitimini tamamladıktan sonra mütevazi bir düğünle evlenmişlerdi. Hatice, Sarıkaya’ya adım attığında, köy onu yalnızca Resul’un eşi olarak değil, aynı zamanda köy kadınlarının öğretmeni ve yol göstericisi olarak karşıladı. Onun gelişi, Sarıkaya’da baharın yeniden doğuşu gibi bir etki yarattı. Sanki köyün taş sokaklarında, çatlamış duvarlarında ve sessiz gecelerinde bir umut filizleniyordu. Hatice, sadece eğitimle değil, sıcak ve içten yaklaşımıyla da köy halkının kalbine dokunuyordu.

Köy kadınlarına okuma yazma öğretmek, Hatice’nin ilk işi oldu. Kadınlar, onun sabırlı ve içten tavırlarıyla daha önce hayal bile edemedikleri bir dünyanın kapısını araladılar. Hatice onlara, her harfin bir başlangıç olduğunu ve öğrenmenin hayatı nasıl dönüştürebileceğini anlattı. “Okumak sadece kitapları anlamak değil,” derdi her fırsatta, “hayatı daha derin bir gözle görmek demek.” Bu sözler, kadınların zihninde ve yüreğinde yankılandı.

Kadınlar, Hatice’nin rehberliğinde ilk defa kalem tutup yazı yazmayı öğrendiklerinde, yüzlerinde beliren mutluluk, Resul ve Hatice’nin tüm çabalarının en somut ödülüydü. Kadınların ellerinden çıkan ilk kelimeler, köyde yeni bir dönemin başlangıcı gibi görünüyordu. Sadece harfler değildi yazdıkları; aynı zamanda geçmişin karanlığını ve geleceğin belirsizliğini aşmanın sembolüydü.

Hatice’nin genç kızlarla olan ilişkisi de ayrı bir ilham kaynağıydı. Onlara yalnızca okumanın önemini değil, aynı zamanda kendi hayatlarına yön verme cesaretini de aşılıyordu. Köydeki her genç kız, onun gözlerinde bir yol gösterici buluyordu.

Geceleri, Resul ve Hatice okulun bahçesinde yıldızların altında oturur, köyün geleceği üzerine hayaller kurardı. Hayalleri, sadece kendi umutlarını değil, köydeki her bireyin yaşamını iyileştirme arzusunu da barındırıyordu. İkisi de biliyordu ki, gerçek değişim sadece kitaplarla değil, insana dokunarak gerçekleşiyordu.

Köy, onların emekleriyle yavaş yavaş bir dönüşüm geçiriyordu. Hatice’nin elleriyle yazdırdığı ilk kelimeler ve Resul’un tahtaya yazdığı ilk cümleler, Sarıkaya’nın geleceğini inşa eden tuğlalar gibi birbirine ekleniyordu. Yıldızların altında oturdukları her gece, yalnızca bir günün değil, bir hayatın muhasebesini yapıyorlardı. O anların huzuru, köyde bırakılan her umut iziyle taçlanıyordu.

Direniş ve Umut

Sarıkaya’da değişim kolay gelmedi. Köyün sert gerçekleri, geçmişin alışkanlıkları ve insanların derinlere kök salmış önyargıları, Resul ve Hatice’nin karşısında bir duvar gibi yükseliyordu. Bazı köylüler, “Bu çocuklar yine tarlada çalışacak, okumak neye yarar? Aç kalırız!” diyerek okul fikrine direndiler. Eğitim, onlar için yalnızca bir zaman kaybı değil, aynı zamanda geçim mücadelesine engel olabilecek bir tehdit gibi görünüyordu.

Ancak Resul ve Hatice, bu direnişi sabır ve azimle karşılamayı seçti. Resul, her çocuğun ellerinden tutup okul sıralarına oturması için kapı kapı dolaştı. Her çocuğun hikâyesini dinledi, her ebeveynin kaygısını anlamaya çalıştı. Onlara, eğitimin yalnızca çocuklarının değil, köyün geleceği için bir umut olduğunu anlatmaktan asla vazgeçmedi.

Hatice ise köyün kadınlarını eğitime kazandırmak için kendi mücadelesini veriyordu. Kadınlar, ev işleri ve tarla işlerinin ağırlığı altında ezilirken, Hatice onlara okumayı ve yazmayı öğrenmenin yalnızca bir beceri değil, özgürlük kapısını aralamak anlamına geldiğini söyledi. Her gece, yorgun düşen kadınlarla birlikte ışıkların altında harf harf yazmayı öğretirken, onların gözlerindeki ışıltıyı görüyordu. Bu ışıltı, Hatice için her şeye değerdi.

Mücadele kolay olmadı. Bazı geceler Resul ve Hatice, yıldızlarla dolu Sarıkaya gecelerine bakarak birbirlerine güç verdiler. Onlar için her çocuğun okula başlaması, her kadının eline kalem alması, köyün karanlık gecelerine düşen bir yıldız gibiydi. Her yıldız, Sarıkaya’nın göğünde yeni bir umut ışığı yakıyordu.

“Bir ışık, bir ışık daha,
Gecelerin içindeki ejderlerle dövüşür.
Nice istemeseler de, nice önleseler de,
Uyandırır toplumunu
İyiye, doğruya, güzele öğretmen.”

Bu şiir, Resul’un zihninde her gece yankılanıyordu. Sarıkaya’nın karanlıklarına bir ışık yakmak, geleceğe açılan bir kapı aralamak için verdikleri mücadelenin simgesi gibiydi. Çocuklar okula gelirken, kadınlar kalem tutmayı öğrenirken, Resul ve Hatice’nin yorgunluğu yerini tarifsiz bir huzura bırakıyordu.

Her küçük zafer, köyün direniş duvarlarında bir çatlak açıyor, o çatlaklardan umut sızıyordu. Sarıkaya artık sadece bir köy değil, geleceğin yeniden yazıldığı bir sahneye dönüşüyordu. Resul ve Hatice, yalnızca öğretmen değillerdi; aynı zamanda bu sahnenin en cesur aktörleriydiler.

Zaman’ın Zuhur Edince

Sarıkaya, Resul ve Hatice’nin çabalarıyla bir hikayeye dönüştü. Yılların ağırlığını taşıyan taş sokaklar, onların emeğiyle yeni bir anlam kazandı. Okul sıralarında oturan çocukların ellerindeki kitaplar, artık yalnızca bilgi değil, birer umut kaynağıydı. Kitapların sayfaları arasında kaybolan her çocuk, hayal gücünün sınırlarını keşfediyor ve köyün geleceğine dair yeni bir dünya düşlüyordu. Çocukların heyecanla paylaştıkları her kelime, köy meydanında yankılanan yeni bir hikaye gibiydi.

Kadınlar ise, Hatice’nin rehberliğinde öğrendikleri her harfle hayata yeniden tutundular. Yazmaya başlayan elleri, yalnızca harfleri değil, kendi hikayelerini de şekillendirdi. Hatice’nin sabrı ve inancı, onların yaşamlarına dokundu; bu, bir köyün geçmişiyle barışıp geleceğe umutla bakması anlamına geliyordu. Kadınlar artık sadece evdeki işlerin değil, aynı zamanda kendi hayatlarının da mimarlarıydılar.

“Kurtulacağız, el ayak kurtulacağız,
Bir okul yapıla, bir gele öğretmen.”

Bu dizeler, Sarıkaya’nın değişen ruh halini yansıtan bir marş gibiydi. Köyün sessiz taş duvarları arasında yankılanan her kelime, Resul ve Hatice’nin çabalarını kutsuyordu. Okulun bahçesinden yükselen çocuk sesleri, köyün karanlık gecelerini aydınlatan bir ışığa dönüşüyordu.

Resul ve Hatice’nin hikayesi, artık yalnızca Sarıkaya ile sınırlı değildi. Onların çabaları ve inancı, Kızılırmak’ın ötesine taşan bir ışık gibi parlıyordu. Köyün toprak yollarında başlayan bu hikaye, insanların kalbine umut ekmeye devam ediyordu. Resul ve Hatice, yalnızca bir köyü değil, bir ülkenin geleceğine dokunan sessiz kahramanlardı. Onların izleri, gelecekte anlatılacak sayısız hikayenin ilham kaynağı oldu.

Ez Cümle

Resul’ün yıldızlara uzanan hayalleri, Kızılırmak’ın ötesine geçerek köy yaşamının sınırlı gerçekliğini aşan bir umudun simgesine dönüştü. Bu umut, Atatürk’ün eğitim ve kültüre dayalı toplumsal dönüşüm vizyonunu hatırlatır. Tıpkı ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ eserinde olduğu gibi, bireylerin hayalleri ve cesareti, toplumların kaderini değiştirebilecek en büyük güçtür. Her insan, kendi içindeki Resul’ü ve Atatürk’ün yol gösterici ilkelerini keşfetmeli; hayallerin cesaret ve bilgiyle birleştiğinde, en uzak yıldızlara bile ulaşmanın mümkün olduğunu fark etmelidir. Bu hikâye, yalnızca bireysel başarıların değil, toplumların birlikte yükselişinin de ilham kaynağıdır. Unutulmamalıdır ki her düş, insanın kendine ve çevresine armağan ettiği birer ışık parçasıdır.

Vesselam.

#, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir