Bu öykü, Cemal Süreya’nın “Aşk” şiirinin kurgusal bir versiyonu olarak kaleme alınmıştır.

1940’ların İstanbul’u…

Zaman, kentin üzerine çökmüş bir sis bulutunun dinginliğiyle yavaşça ilerliyor gibiydi. Boğaz’ın suları usulca akıyor, dalgalar kıyıya vurdukça yosunla karışık iyot kokusu havayı dolduruyordu. Kuzguncuk, bugünkü keşmekeşin içinde kaybolmuş bir semt değil, geçmişin zarafetini yansıtan bir huzur diyarıydı. Nar ağaçlarının gölgelediği dar sokakları, ahşap evleri ve zarif insanlarıyla, yaşanmışlığın ve dinginliğin izlerini taşıyordu. Semtin her köşesinde beliren nar ağaçları, eski zamanlardan kalan bir adeti yaşatıyordu; anlatılanlara göre, nar ağaçları bereketin, paylaşmanın ve hayatın yenilenmesinin sembolüydü. Sabahları, semtin sakinleri denize karşı kahvelerini yudumlarken, öğlenleri sessiz bir telaşla dükkanlarını açar, geçimlerini sağlamak için emek verirlerdi. Tüm bu telaşın içinde, hayatları bir ahenk içinde birbirine dokunur, mahalleye yayılan huzurun bir parçası olurlardı.

Gülizar çoğu günlerdeki gibi evinden çıkarak kendini yürüyüş rotalarından birine bırakmıştı. Boğaz’ın kenarında yürüyüşünü yapmış, akıp giden sulara biriken dertlerini anlatmış, biraz da rahatlamış bir şekilde kırmızı bir şemsiyenin altında denizi izliyordu. Elinde eski bir Fransız romanı vardı fakat gözleri sayfalardan ziyade uzaktaki dalgaların raksındaydı. Onun için kitap okumak bir bahaneydi; gerçek amacı, düşüncelerinin arasında kaybolmaktı. Uzun bir yazı geride kalmıştı. Sonbaharın serin nefesini hissederek oturduğu bankta; zamanın akışı, dalgaların raksı, hafif çiseleyen yağmur ve gemilerin uğultuyla karışık çıkardığı sesler birbirine karışıyordu. Bu durumu devasa bir orkestranın çaldığı senfoni notalarının tekrarlı ve tezatlı uyumuna benzetiyordu.

Aynı saatlerde Kuzguncuk sokaklarında amaçsızca dolaşan Cemal, cebinde eskimiş bir dolmakalemle yürüyordu. Cemal kendini ifade etmenin kolay yolunu bulmuş, bunu bir eski dolmakalem ve müsvedde kağıtlarla düşüncelerini kâğıda dökerek başarıyordu. Eline geçen her kâğıda bir şeyler karalayan, kelimelerle haşır neşir bir adamdı. O gün sanki adımlarını biri yönetiyor gibiydi. Belki bir ilham arıyordu, belki de sadece ayaklarını dinliyordu. Yine de evrendeki kaos onu, Boğaz’a nazır o banka oturan Gülizar’a götürüyordu. Kaosun çepeçevre sardığı bir durumda, belirsizliklerin bütününde bir kısım belirli alanlar değil miydi hayatlarımız. İşte Gülizar ve Cemal’de bu karşılaşmanın sadece bir adım gerisindeydi.

Cemal bir köşeyi döndüğünde Gülizar’ı gördü. Gülizar’ın elindeki kitabın kapak rengi ve kıvrılmış sayfalarından yayılan nostaljik hava dikkatini çekmişti. Aslında ne okuduğunu merak etmemişti; merak ettiği, kitabı tutan ellerin zarafeti ve o ellerin ait olduğu yüzdü. Şemsiyesinin altından denize bakan bu kadın, bir hikâyenin başkahramanı gibi görünüyordu.

Tam o sırada beklenmedik bir şey oldu. Rüzgâr, Gülizar’ın şemsiyesini hızla havalandırıp denize doğru sürükledi. Gülizar, ne olduğunu anlamadan yerinden fırladı. Ancak rüzgârın oyunuyla denize düşen şemsiyesine ulaşması mümkün değildi. O an Cemal, sahildeki iskeleye doğru koştu. Genç adam, ceketini çıkardığı gibi tahta iskelenin kenarına eğildi ve elini uzatarak şemsiyeyi yakalamaya çalıştı. Birkaç denemeden sonra, ıslanmış şemsiyeyi tutmayı başardı ve gülümseyerek geri döndü.

“Buyurunuz,” dedi, hafifçe gülümseyerek şemsiyeyi Gülizar’a uzatırken. “Rüzgâr her savurduğunu neden umulmadık bir yere atar ki” Dedi.

Gülizar, hafif utangaç bir gülümsemeyle şemsiyesini aldı. “Teşekkür ederim,” dedi. “Bugünlerde rüzgâr, yalnızca şemsiyemi değil, beni de savuruyor gibi.”

Cemal, bu sözde bir şey buldu. Kaosun bir eseri olmalıydı bu… “Savrulmak da bir yolculuktur,” dedi. “Belki de nereye savrulduğunuzu görebilmek için bu yolculuğa ihtiyacınız vardır.”

Gülizar şaşırmıştı. Daha önce bir yabancıdan bu kadar keskin ve anlamlı bir cümleyi tek parçada duymamıştı. “Siz bir şair misiniz?” diye sordu.

Cemal gülümsedi. “Hayır,” dedi. “Ama kelimelerle uğraşmayı severim. Onlar da benimle uğraşıyor.”

Bu beklenmedik karşılaşma, ikisi arasında garip ve bir o kadar da mistik bir bağ kurmuştu. Bu sefer Gülizar, gördüğü iyiliği de bahane ederek Cemal’e bir kahve ısmarlamayı teklif etti. Boğaz’a nazır küçük bir kahvehaneye oturduklarında, hikayelerin daha yeni başladığını ve nerede biteceğini kimse bilmiyordu.

Gülizar ve Cemal, kahvehanede yan yana oturduklarında konuşacak pek çok şeyleri olduğunu hissettiler. İlk karşılaşmanın verdiği o uyumlu enerjiyle her ikisinin de bütün hücreleri eş frekanslarla titreştirdiği için olan biteni bir masalın girizgahı gibi hissederken, o sırada kahvehanenin penceresinden denizin mavisi içeri süzülüyor, hafif bir iyot kokusu havaya karışıyordu. Kahveci, kahveleri getirirken bardakların kenarındaki buhar, tıpkı o anda aralarındaki sıcaklık gibi gözle görülüyordu.

Cemal, önce sustu. Bu bir alışkanlıktı onun için. Kelimeleri toplamak, doğru zamanda doğru şekilde yerleştirmek isterdi. Fakat Gülizar’ın bakışlarında bir davet vardı; onun sessizliği, karşısındakini konuşmaya iten bir cesaret veriyordu.

“Kitabınız,” dedi Cemal, sessizliği bozarak. “Hangi yazarın kalemi?”

Gülizar, kitabı kaldırıp kapağını gösterdi. “Goncourt Kardeşler,” dedi. “Ama aslında kitabı değil, denizi seyrediyordum. Kitap bazen yalnızca bir örtü, değil mi?”

Cemal, gülümseyerek başını salladı. “Bazen. Ama o örtü, içindekini saklamakla birlikte, merak uyandırır. Mesela siz… Bu kitabın altında ne saklıyorsunuz, Gülizar Hanım?”

Gülizar bu soruya cevap vermeden önce, gözlerini biraz kısarak Cemal’i süzdü. “Adımı nereden biliyorsunuz?”

Cemal hafifçe eğildi. “Bir tahmin… Gül gibi zarif, zarafetle başlayan bir isim olmalıydı sizin adınız.” Aslında kitabın kapağındaki ismi görerek bu soruyu sormuştu.

Gülizar’ın yanaklarında hafif bir kızarıklık belirdi. Cemal’in kelimeleri, o güne kadar duyduğu iltifatlardan farklıydı; süslü değildi, ama samimi bir derinlik taşıyordu. “Peki sizin adınız nedir, kelimelerle uğraşan beyefendi?”

“Cemal,” dedi. “Babam, eski hikayeleri çok severdi. Adımı, sadık bir kahramandan almışım.”

Bu basit cevap, aslında Cemal’in kim olduğunu açık eden bir ipucu gibiydi. Sadakati, Gülizar’ın henüz tam anlayamadığı ama hissettiği bir şekilde kelimelerine de yansıyordu.

Kahvelerini yudumlarken konu, İstanbul’a ve hayata geldi. Cemal, şehrin her köşesinde farklı bir hikâye bulduğunu anlattı. “Bu şehir,” dedi, “her taşında bir anı saklar. Belki de biz, o anıları yaşatmak için buradayız.”

Gülizar, gözlerini pencereden dışarıya çevirdi. “Kuzguncuk da öyle değil mi? Burada yaşarken sanki yaşlanmıyoruz da zamanda yolculuk ediyor gibiyiz. Her köşesi bir hatıra gibi. Ama ben çoğu zaman, kendi hatıralarımın içinde kayboluyorum.”

“Belki de hatıralarınıza yeni bir şeyler ekleme zamanı gelmiştir,” dedi Cemal. “Kim bilir, belki bir kelime, bir bakış ya da bir şemsiye ile başlayan bir hikâye…”

İkisinin de yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Kahvehaneden çıktıklarında Boğaz’ın sert ve serin rüzgârı yüzlerini okşadı. Cemal, sahil boyunca yürürken bir şiir mırıldanıyordu. Gülizar, bu mırıltıya kulak kesildi:

“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.

Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.”

Gülizar şaşkın bir ifadeyle baktı. “Bu sizin kaleminizden mi?”

Cemal hafifçe başını salladı. “Benim kalemimden olduğu için değil şu an hissettiğim için aklıma geldiler.”

Bu sözler, Gülizar’ın içinde bir dalgalanma yarattı. O an, sıradan bir tanışmanın ötesinde bir şeylerin başladığını hissetti. Cemal’in kelimeleri, Gülizar’ın zihninde yankılanıyordu. Kuzguncuk’un dar sokakları boyunca yürüdüler, hiç konuşmadan. Fakat her adımda, sanki aralarındaki bağ daha da güçleniyordu.

Kuzguncuk’ta akşamüstü, denize aksi vuran ışıkların tonları değişmeye başlamıştı. Günbatımının o büyüleyici anlarında, sahil boyunca yürüyen Gülizar ve Cemal, kendilerini bu büyünün içinde buldular. Yürüdükçe etraflarından akan insanların sesleri ve çevredeki martıların çığlıkları akşam sessizliğini tatlı bir şekilde bölüyordu.

“Gurup vaktinin bir masalı varmış derler,” dedi Gülizar, gözlerini ufuktaki kızıllığa çevirerek. “Gün, geceye teslim olmadan önce, bütün renklerini en cesur haliyle sunar. Tıpkı insanın sevdiği birine tüm duygularını açması gibi…”

Cemal, bu sözlerin etkisiyle derin bir nefes aldı. “İstanbul’da gurup vakti her semt başka hissettirir insana. Hem semtte farklı batar güneş. Ben en çok burada izlemeyi severim. Bir şeylerin sonu gibi görünse de aslında yeni bir başlangıcı müjdeler.”

İkisi de bir süre konuşmadılar. Suların üzerine düşen altın rengi ışık, her ikisinin de yüzünde yankılanıyordu. Gülizar, sahile yakın bir taşın üzerine oturup Cemal’e baktı. “Burada oturalım mı? Günün bu son anını kaçırmak istemem.”

Cemal, yanı başına oturup denize dalıp gitti. Martıların kanatları, suda küçük dalgacıklar oluştururken hafif bir meltem kulaklarına bir ezgi gibi geliyordu. Cemal, sessizliği bozmamak ister gibi hafifçe konuştu:

“Biliyor musunuz, gurup vakti bana hep şiir gibi gelir. Sanki gökyüzü bile bir şairin dokunuşuyla renklere bürünür. Tıpkı sizin gözlerinizdeki mavinin, bakımsız bir İstanbul sabahını güzelleştirdiği gibi.”

Gülizar, bu cümleyle bir an irkildi. Kalbinde bir sızı hissetti ama yüzüne tatlı bir tebessüm kondurmayı başardı. “Siz hep böyle mi konuşursunuz, Cemal Bey? Yoksa rüzgârlar mı size bu kelimeleri fısıldıyor?”

Cemal, gülümseyerek başını eğdi. “Kim bilir? Belki Boğaz, belki de yanımdaki zarafet…”

O sırada, yanlarında dolaşan bir sokak çocuğu, elindeki uçurtmayı düzeltmeye çalışıyordu. Uçurtma bir türlü gökyüzüne yükselemiyor, ipleri birbirine dolanıyordu. Gülizar dayanamayıp çocuğun yanına gitti.

“Gel bakalım,” dedi. “Birlikte uçuralım.”

Cemal de hemen yanlarına geldi. Çocuğun elinden ipi alıp, rüzgârın doğru anını yakalamak için havaya kaldırdı. Uçurtma, rüzgarla buluşur buluşmaz gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Çocuk sevinçle ellerini çırparken, Gülizar ve Cemal’in yüzünde birer tebessüm belirdi.

“Uçurtmalar da insanlar gibidir,” dedi Cemal. “Doğru rüzgârı bulduklarında ancak yükselirler.”

“Ve bazen o rüzgâr, hiç ummadığınız bir anda çıkar,” diye ekledi Gülizar. İkisi de birbirine anlamlı bir bakış attı.

Bu sıcak anın ardından, Kuzguncuk’un dar sokaklarında yürümeye devam ederken, ikisinin de zihinlerinde farklı düşünceler vardı. Gülizar, bu adamın kelimelerindeki derinliğin kendi yalnızlığına nasıl dokunduğunu düşünüyordu. Cemal ise, Gülizar’ın içindeki o saf ama gizemli dünyayı çözmek için sabırsızlanıyordu. İkisi de kaosun onlara gizemli bir karşılaşma merasimi yaptığının farkında değillerdi. Gurup vakti bu merasim onların hikayesini başka bir renkle ifade ediyordu.

Hava karardıkça Boğaz’ın üzerindeki parıltılar yavaşça yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Sokak lambalarının loş ışığı Kuzguncuk’un dar yollarını aydınlatıyordu. Cemal ve Gülizar, taş kaldırımlardan yavaşça ilerlerken her ikisinin de içinde açıklayamadıkları bir huzur vardı.

Tam köşe başında, yaşlı bir adamla karşılaştılar. Adam, eski bir el arabasının üzerinde çeşitli eşyalar taşıyordu: gaz lambaları, eski kitaplar, çerçeveler ve birkaç paslanmış metal parçası. Sanki bir antikacıdan çıkıp yola koyulmuş gibiydi. Gözleri, yılların izini taşıyan derin çizgilerle çevriliydi. Onlara doğru dönüp, sıcak bir gülümsemeyle selam verdi.

“Evlatlar, gece uzundur, ama bazen gece dediğin bize bir şeyler fısıldar,” dedi adam, el arabasının yanından.

Cemal, adamın söylediklerine anlam vermese de bir şekilde etkilenmişti. Gülizar ise adamın el arabasındaki kitaplara takılmıştı. Adam, Gülizar’ın bakışlarını fark edince elini eski kitaplardan birine uzattı ve tozlu kapağını üfleyerek ona doğru uzattı.

“Bu kitap sizin gibi birine ait olmalı,” dedi. “İçinde geçmişten bir hikâye var. Belki de o hikâye, size bir yol gösterebilir.”

Gülizar tereddütle kitabı aldı. Sayfalarını hızlıca karıştırırken, içinde eski bir mektup buldu. Mektubun kenarları sararmış, mürekkebi solmuştu. Cemal de merakla Gülizar’ın yanına yaklaştı.

“Ne yazıyor?” diye sordu. Gülizar, mektubu dikkatlice açtı ve yüksek sesle okumaya başladı:

“Sevgili okuyucu,

Bu mektubu eline almışsan, bil ki bu yazılar tesadüfen sana ulaşmadı. Her şeyin bir sebebi vardır ve her sebebin ardında bir sır saklıdır. Kuzguncuk’un eski kilisesinin avlusunda seni bekleyen bir cevap var. Bu cevabı bulduğunda, yalnızca kendini değil, belki de geçmişi ve geleceği birleştiren bir düğümü de çözmüş olacaksın. Cesaretin varsa, oraya git.”

Mektubun sonundaki tarih, tam 40 yıl öncesini işaret ediyordu.

Gülizar, derin bir nefes aldı. “Bu… çok garip. Sizce bu bir oyun mu? Yoksa gerçekten bir anlamı var mı?”

Cemal, mektuba bakarken yüzünde bir tebessüm belirdi. “Kim bilir? Ama bu kadar güzel bir akşamı, bu gizemle taçlandırmaktan zarar gelmez.”

İkisi de, bir anlık tereddütten sonra karar verdiler. Adamın gülümseyerek onları izlediğini fark ettiklerinde, yaşlı adamın el arabasıyla çoktan gözden kaybolmuş olduğunu gördüler. Bu, akşamı daha da gizemli hale getirmişti.

Kuzguncuk’un sessiz sokaklarında ilerleyerek, mektupta bahsedilen eski kiliseye vardılar. Kilisenin taş avlusu, ay ışığı altında hayal gibi görünüyordu. Avlunun ortasında, yıllardır kullanılmamış gibi duran bir taş bank ve çevresinde devasa çınar ağaçları vardı.

Gülizar ve Cemal, avluya girdiklerinde rüzgâr bir anda durdu. Çınar yapraklarının hışırtısı kesildi. Sanki tüm dünya onların çevresinde durmuştu. Bankın üzerinde eski, metal bir kutu duruyordu. Gülizar kutuyu açarken, kalbi hızlıca çarpmaya başladı. İçinde, eski bir fotoğraf ve bir başka mektup vardı.

Fotoğraf, genç bir adam ve kadını gösteriyordu. Kadın tıpkı Gülizar’a benziyordu. Cemal, bu benzerlik karşısında şaşkına döndü. “Bu… bu imkânsız! Sanki senin geçmişteki bir halin gibi.”

Mektupta şu sözler yazılıydı:

“Sevgi, yalnızca bir duygudan ibaret değildir. O, geçmişin izlerini geleceğe taşıyan bir köprüdür. Eğer bu fotoğrafı gördüysen, bil ki bu hikâye senin de bir parçandır. Gölge olmaktan korkma, çünkü ışık seni bekliyor.”

Gece, Kuzguncuk’un üzerine ağır bir tül gibi serilmişti. Boğaz’dan gelen hafif rüzgâr, taş kaldırımları süsleyen yaprakları usulca dans ettirirken, sokak lambalarının loş ışığı her köşeyi gizemli bir masala dönüştürüyordu. Gülizar ve Cemal, ellerinde eski bir fotoğraf ve mektupla kilisenin avlusundan ayrıldıklarında, hissettikleri şey yalnızca merak değil, geçmişle geleceğin birleştiği bir yolculuğun heyecanıydı.

Cemal, Gülizar’a dönerek, “Belki bu bir şaka, belki de geçmişte unutulmuş bir hikâyenin yankısı,” dedi. Ancak sesinde, söylediği kelimelerin ardına saklanmaya çalışan bir huzursuzluk vardı. Onun bu tedirginliği, Gülizar’ın ince bir tebessümle yüzüne baktığı an yumuşadı.

O sırada bir sokak kedisi sessiz adımlarla yanlarından geçerken, Gülizar’ın dudaklarından birden şiir gibi kelimeler döküldü:
“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.”

Cemal, bu sözlerin melodisine kapılmış gibi bir an durakladı. “Cemal Süreya,” dedi hafif bir tebessümle.

Gülizar, derin bir nefes aldı. “Bu şiir, bir vedanın hüznünü, ama aynı zamanda bir aşkın derinliğini anlatıyor. Bu mektup, bu gece… sanki bu şiir gibi hissettirdi bana.”

İkisi de bir süre konuşmadı. Yavaşça ilerledikleri taş patika, onları Boğaz’ın en sessiz köşesine götürdü. Ay ışığı, denizin üzerinde altın bir yol gibi parlıyor; martıların uzaklardaki sessiz çığlıkları, gecenin büyüsünü tamamlıyordu.

Bir bank bulup oturdular. Cemal, mektubu eline alarak bir kez daha gözden geçirdi. Gözleri, eski yazının kıvrımlarında bir anlam ararken, “Belki de bu bizim hikâyemiz için bir başlangıçtır,” dedi. “Geçmişte kalan bir hikâye, geleceğe bir köprü kuruyor olabilir.”

Gülizar’ın gözleri, yıldızların ışığında parlayan denize dalmıştı. Derin bir nefes aldı ve hafifçe fısıldadı:
“Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin,
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık…”

Cemal, Gülizar’ın yüzündeki ifadeyi izledi. Onun her kelimesi, kendi duygularına tercüman olmuş gibi geliyordu. “Bu şiir bana hep bir vedayı hatırlatırdı,” dedi Gülizar. “Ama belki de her veda, bir kavuşmayı gizler.”

Gece ağır ağır akarken, bir çay bahçesine oturup sıcak birer çay söylediler. Çayın buğusu, gecenin soğuk nefesini yumuşatıyordu. Cemal, cebinden eski fotoğrafı çıkarıp Gülizar’a uzattı.

“Bu fotoğraftaki kadın… sana benziyor. Ama bu kadar benzerlik mümkün mü?” diye sordu.

Gülizar, fotoğrafı dikkatle inceledi. Kadın, gerçekten de tıpkı kendisine benziyordu. Ama adamın yüzü… Cemal’den başkası değildi. Fotoğraftaki çift, yıllar öncesinden bugünü bekliyor gibiydi.

“Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü,
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti.”

Gülizar, nefesini tutarak, “Belki de bu hikâye, bizim kaderimizde yazılıdır,” dedi. “Belki de bu fotoğraf, burada olmamızın bir sebebidir.”

Zaman, çay bahçesindeki sessiz adımlarla ilerlerken, Gülizar bir kez daha cebindeki mektubu çıkarıp okudu. Mektuptaki “Cesaretin varsa, oraya git” cümlesi, zihninde yankılanıyordu.

Cemal, gözlerinde yeni bir kararlılıkla, “O zaman neden bekleyelim?” dedi. “Kaderin peşinden gitmek için buradayız. Bu gece, bu şiir, bu hikâye bizi bir yerlere taşıyacak.”

Gülizar, hafifçe gülümsedi. “Ama unutma, iki kişiyiz. Gökyüzü bile bazen ikiye bölünür.”

“Ki Karaköy Köprüsü’ne yağmur yağarken,
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik.”

O gece, Kuzguncuk’un taş sokaklarından Boğaz’a uzanan o büyülü patikada, iki insan geçmişle geleceği birleştiren bir köprüde yürüyordu. Her adımları, onları yeni bir sırra, yeni bir başlangıca taşıyordu. Ama asıl olan, bu yolculukta birbirlerini keşfediyor olmalarıydı.

Bu gizemle karışık durumun parçası olmanın verdiği tarifsiz duygularla birlikte ‘Aşk’ şiiri onların hikayesinin de dili olmuştu…

Vesselam.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir