Bugün anneme hasta yatağı aldım. Hem de klozetli olanından. Bir insanın kendisine hasta yatağı alınmasından, bayramlık alınmış bir çocuk gibi sevinmesi akıl ve mantık sınırlarını zorlasa da evlatlarına ve başkaca kimselere biraz olsun yük olmaktan kurtulmanın sevinciydi belki de bu mutluluk. Hasta yatağını monte eden ustalar yatağın vidalarını sıkarken bir mengeneye sıkıştırılmış ruhum mütemadiyen eziliyor, bir zamanlar beni sırtına alıp aynı zamanda tarlalarda iş gören o güçlü kadının çocuklaşmış acziyeti karşısında ruhen tükenişimin resmini izliyordum, belli belirsiz duvara yansıyan gölgemde. Annemin heyecanlı sorularını cevaplarken, yatağın altında baş aşağı montaj yapmaya çalışan usta ile bir an göz göze gelişimiz, ustanın gözlerimden süzülen, görmemesi gereken o iki damla yaşı görüp namahreme bakmış utancıyla yüzünü çevirmesiyle benim mutfağa doğru kaçışım aslında tüm dünyaya sırtımı dönüp herkesten ve her şeyden uzaklaşabilmenin nafile bir çabasıydı.

            Zamanın ve mekânın donduğu bir çaresizlik, bir hiçbir şey yapamama anının en mütenahi zavallılığında, ustanın “Hayırlı olsun teyzem. Güle güle kullan.” diye bağırarak kendini anneme duyurma zevzekliği, mutfağın bilmem kaç yılında takılan yağlı ampulünün titreyen, sinir bozucu sarı ışığına saplanan gözlerimi neden sonra içeriye doğru çevirmeme sebep oldu. Ne zamandır mutfaktayım, kaç saat, kaç yıl, kaç asır geçti bilmiyorum ama bir kez daha Albert Einstein’ın zamanın göreceli olduğu tezinin doğruluğuna inanmıştım. 15-20 dakika içerisinde ustanın maharetli ellerinde anneme kocamaaan! bir yaşam alanı kurulmuştu. Halbuki ben bu -ustaya göre kısa- zaman diliminde, yarım asırlık ömrümü birkaç tekrar en ince ayrıntısına kadar yaşayıp nice mücadele ve savaştan yenik ve yorgun olarak uyanmıştım, o anlam veremediğim “Güle güle kullan teyzem.” cümlesiyle.

            Hasta yatağı ve “Güle güle kullanmak” mefhumlarını zihnimde bağdaştırmaya gücümün kalmadığını, ruhumda kopan fırtınaların şimdilik bu paradoksu çözmeye müsaade etmeyeceğini anladım. Zorlamadım yorgun zihnimi daha fazla.

            Derin derin birkaç nefesten sonra ellerimi yüzümü çaldım. Islak gözlerimi ovaladım bir süre. Başka dünyalarda daldığım derin bunalım uykusundan tarifsiz bir huzura uyandığımı, ruhumun anlamlandıramadığım hafifliğiyle 5- 10 adım ötedeki annemin odasına doğru adımlarımı atmaya başladım. Babamla ustanın anlamsız sohbetleri bölük pörçük zihnime yansırken mutfakla oda arasındaki yolculuğum ne kadar sürdü bilmiyorum. Anamın mutluluğu ile benim gözyaşlarım arasındaki tezatı çözmeye çalışırken ortadan ikiye ayrılmış sarımtırak saçları güneş yanığı terli alnına dökülen tombul yanaklı ustanın, benim içimde binbir fırtına koparan bu durumun onun için sıradan bir mesai olması ve işini layıkıyla yapmış olmanın özgüvenli lakaytlığı sinirimi bir hayli bozuyordu. İçimde zapt edemediğim, kime ve neye duyduğum belli olmayan bir nefretle yakasına yapışıp mütemadiyen anlamsız gülen yüzünü yumruklama arzusunu bilinç altımın derinliklerine atarken “Sağ olun, elinize sağlık.” cümlesi sanki bir başka ben’in dudaklarından dökülüvermişti.

            Anamın tahta yeni çıkan bir Roma İmparatoru edasıyla yeni yatağına kurulmasını müteakip ağzından dökülen dualar, az önce gözlerimden akan yaşların, anamın yatalak haline duyduğum kederden mi yoksa hayırlı evlat olabilme ümidinden mi kaynaklandığı düşüncesi benliğimde yeni bir mücadelenin başlangıcı olmuştu. Babamın her zamanki her şeyi bilen tavrıyla anama yatağın kumandasındaki işaretleri ve nasıl kullanacağı konulu verdiği dersi bölmeden odadan çıkıp üst kata çıkan beton merdivenin üçüncü basamağına oturup bir sigara yaktım. Dumanı gök yüzüne savururken her gökyüzüne bakışımda hatırıma gelip tüylerimi diken diken eden, Mülk Suresi’nin “Yedi göğü, kat kat yaratan O’dur. O Rahman’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi çevir gözü (semaya), görebilir misin bir çatlak?” 3. ayet-i celilesi gayri ihtiyari döküldü dudaklarımdan. Çocukluğumdan beri seyretmekten kendimi alamadığım Büyük Ayı takım yıldızı her zamanki gibi anamın ben 5-6 yaşlarındayken diktiği devasa ceviz ağacının üzerinde tüm ihtişamıyla parlıyordu. Ha bu ceviz ağacının bir de hikayesi var: Anamın anlattığına göre bizim köye 1960 yıllarda Bulgaristan’dan göç etmek zorunda kalan Meşe adında bir Bulgar göçmeni anam bu ceviz ağacını dikerken yanından geçiyormuş. Meşe, anama: “Şerife Hanım sen bu ceviz ağacını dikiyorsun ya, bu ağacın gövdesi senin boynunun kalınlığına ulaşınca sen ölürsün be ya.” demiş. Anam uzun yıllar bu Bulgar göçmeni Meşe’nin anlamsız kehanetiyle hep huzursuz oldu. Fakat bizim ceviz ağacının gövdesi anamın boynunu geçtik, belinden katbekat daha kalın olmasına rağmen anam hâlâ hayatta. Anladık ki anamı endişelere gark eden Bulgaristanlı Meşe iyi bir kâhin! değil.

Çok uzaklardan öten bir baykuşun uğursuzluğuna hiç de inanmadığım ürpertici sesi, dinginleşen ruhumu yeniden kasvete gark etti. Tadı iyiden iyiye kaçan bu soğuk kış gecesinin geri kalanını yine bilmem kaç yılında yapılan ve her yeri topuz topuz olmuş yün yatakta geçireceğim kaçınılmaz olmuştu. Bu son derece rahatsız edici, eskiden beri hiç rahat edemediğim yatağın içinde sırt üstü yatıp binbir düşünce içerisinde, yanan sobanın alevlerinden karanlık odanın tavanına, dans ederek yansıyan ışıltıları kaç saat izledim bilemiyorum. 2024 senesinin hiç bitmeyecek sandığım bu uzun Aralık ayı gecesinin şafağında ruhumu, ölüm meleğine değil ama uykuya teslim ederken alevlerin tavandaki valsi de sona ermişti.

20 Aralık 2024- Yenice Köyü

İsmail Şahin

One thought on “GÜLE GÜLE KULLAN TEYZEM”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir