Bu öykü, Ömer Lütfi Mete’nin Gülce şiirinden ilhamla kurgulanmış bir anlatıdır.

Masumiyetin Tülbenti

İsmail ile Gülce’nin hikâyesi, taş döşeli dar sokaklarda, sabahları buğday kokusuna karışan çocuk kahkahalarıyla başlıyordu. Anneleri eski dosttu ve çocuklarının aynı sokaklarda büyümesini izlerken kaderin onları bir araya getireceğine inanırlardı. Gülce’nin başındaki beyaz tülbent, yalnızca bir aksesuar değil, masumiyetin ve o küçük dünyalarının simgesiydi.
Bir yaz günü, kasabanın arkasındaki tepelerde oyun oynuyorlardı. Gülce, yüksek bir kayanın üzerine çıkmış, rüzgârda savrulan tülbentiyle meydan okurcasına İsmail’e seslendi:
“Beni yakalayamazsın!”
İsmail, kayanın etrafında dolanarak bağırdı:
“Oradan inmezsen nasıl yakalayayım seni?”
Gülce kahkahalarla aşağı atladı, İsmail’in kollarına koştu. O an, hayatın yüklerinden habersiz, masum bir dünyayı paylaşıyorlardı. Gülce’nin kahkahası, İsmail’in cesaretini her zaman tazeleyen bir güçtü.“Kasabalılar, iki çocuğun ‘beşik kertmesi’ olduğunu söylerdi. Bir gün İsmail, bu inanca tutunarak cesurca konuştu:

‘Bir gün seni gelinlikle buradan alacağım.’”
Gülce gülümseyerek yanıt verdi:
“O zamana kadar beni yakalayacak kadar hızlı olmalısın, İsmail.”
Fakat zaman hızla değişti. Babasının hayalleri, İsmail’i kasabanın dışına çağırdı. Henüz on beş yaşındayken, “büyük adam” olmak için kasabadan ayrıldı. Bu, Gülce ile İsmail’in arasına giren ilk mesafeydi. Ama asıl kopuş, yıllar sonra İsmail kasabaya döndüğünde yaşanacaktı. Çünkü o gün, çocukluk kahkahalarının yerini derin bir sessizlik almıştı.

Sessiz Dönüş

Yıllar sonra İsmail, yarım kalan eğitimini ve hayallerini geride bırakıp kasabaya döndü. Babası hastaydı, tütün tarlaları ise bakımsız. Şehir, ona “büyük adam” olma umudu yerine omuzlarına çöken bir yük bırakmıştı. Şimdi kasaba, onu geçmişin hayaleti gibi geri çağırıyordu.
Gülce ise bir efsaneye dönüşmüştü. Artık yalnız güzelliğiyle değil, etrafında dolaşan derin bir yalnızlıkla anılıyordu. Çocukluk kahkahalarının yankısı çoktan rüzgârda silinip gitmişti.
Kasabaya döndüğünün ertesi günü, İsmail meydanda Gülce’yi gördü. O an, zaman bir anlığına durdu. Karşısındaki kadın, çocukluğunun beyaz tülbentli arkadaşı değildi artık. Gülce ona tanıdık ama bir o kadar da erişilmez görünüyordu.
“Hoş geldin, İsmail,” dedi Gülce. Sesi sakindi, ama bu sakinlik bir dostun selamından çok, uzak bir veda gibiydi.
İsmail, boğazındaki düğümü zorla yutarak, eski dostluğun sıcaklığına tutunmak istercesine konuştu:
“Sen de değişmişsin, Gülce. Ama tülbentin hâlâ aynı…”
“Gülce, yorgun bir tebessümle mırıldandı:
‘Herkes değişir, İsmail. Tülbent sadece bir alışkanlık… O kadar.”
Sözler, İsmail’in kalbinde bir taş gibi ağırlaştı. Gülce hâlâ o eski Gülce gibi görünüyordu ama gözleri, İsmail’in asla çözmeyeceği bir derinlik taşıyordu.
O gün İsmail, çocukluk bağlarının çoktan koptuğunu anladı. Kahkahalarla dolup taşan o eski dünya, rüzgârda silikleşen bir anıya dönüşüyordu.
Kasabanın meydanında yankılanan tek şey, İsmail’in zihninden geçen bir mısraydı:
“Güzelliğin zulme çaldığı sınır.
Başım döner, beynim bulanır.”
Gülce artık bir insan değil, İsmail’in çocukluk hayalleriyle yüzleştiği bir bilmecenin adıydı.

Yusuf’un Gözünden Sırlar

Tam da bu noktada Yusuf, yolu tütün tarlalarına düşmüş olarak kasabaya geldi. Burası, bir işten fazlasını; insanın içine çöken bir sessizliği taşıyordu. Konuşulmayanların havada asılı kaldığı bu kasabada, sessizlik bazen bir kelimeden daha çok şey anlatırdı.
Yusuf tarlada çalışmaya başladığında, İsmail ile tanıştı. İsmail’in yorgun bakışlarında, anlatılmayan ama varlığı derinden hissedilen bir hikâyenin izleri vardı.
“Yeni misin burada?” diye sordu İsmail, ellerindeki tütün demetlerini toplarken.
“Evet,” dedi Yusuf. “Burada her şey ağır ve sessiz.”
İsmail hafifçe gülümsedi:
“Bu kasabada sessizlik, bazen insanı kendi içine boğar.”
Yusuf kısa sürede fark etti ki bu kasabanın havasında garip bir gerilim vardı. Sanki herkes bir sır taşıyor, ama kimse bu sırrı paylaşmaya cesaret edemiyordu. Özellikle İsmail’in bakışlarında bir şeyler gizliydi; Yusuf bunu tam anlayamasa da hissediyordu.
Bir gün, Yusuf tütünleri istiflerken, İsmail’in bakışları dalıp gitti. Derin bir sessizlikten sonra, İsmail uzak bir fısıltıyla konuştu:
“Gülce.”
Bu isim Yusuf’un kulağına bir sır gibi ulaştı. Ne anlama geldiğini bilmediği bu tek kelime, bir bilmecenin başlangıcı gibiydi. Yusuf, İsmail’in sırrına dokunduğunu hissetti.
Ardından İsmail, kendi içine dönercesine mırıldandı:

“Uçurumun kenarındayım Hızır.
Ulu dilber kalesinin burcunda.
Muhteşem belaya nazır.
Topuklarım boşluğun avcunda.”

Şiirin her kelimesi Yusuf’un zihninde yankılandı. İsmail’in taşıdığı yükün ağırlığını derinden hissetti. O an Yusuf, kasabanın sırrını ve Gülce’nin adını bir uçurumun eşiğindeki fısıltı gibi gördü. Ve kendi içinde bir soru doğdu:
“Uçurumun kenarında durmak ne demek?”

Tülbentin Gölgesinde

Kasaba, sessizliğin ve sırların birbiriyle örüldüğü bir yerdi. Yusuf buraya birkaç ay önce tütün tarlalarında çalışmak için gelmişti, ancak havada, insana kendi gölgelerini sorgulatan derin bir ağırlık vardı. Ve bu ağırlık, pazar yerinde ete kemiğe büründü: Gülce.
Yusuf, Gülce’yi ilk gördüğünde dünya bir anlığına durmuştu. Kalabalığın uğultusu rüzgârla hafifliyor, geriye sadece beyaz tülbentiyle Gülce kalıyordu. Tülbenti bulut gibi rüzgârda süzülse de, Gülce’nin bakışları ağırdı. Bir uçurumun kenarından aşağıya bakan, insanı büyüleyen ve aynı zamanda ürküten bir derinlik taşıyordu.
O an Yusuf’un zihninde bir mısra yankılandı:

“Derin yar adımı çağırır.
Dikildim parmaklarımın ucunda.
Bir gamzelik rüzgâr yetecek,
Ha itti beni, ha itecek.”

Bakışları, kalabalığın arasından bir noktaya kaydı. Orada, Gülce’yi izleyen başka birini fark etti: İsmail. İsmail’in yüzündeki ifade, tanıdık ama çözülmez bir yorgunluk taşıyordu. Yusuf, bu iki insanın birbirine ait olduğunu sezdi, ancak aralarında görünmez ve dokunulmaz bir mesafe vardı.
“Gülce bir ayna,” diye düşündü Yusuf. “Ona bakan, kendi karanlığıyla yüzleşir. İsmail’in gözlerinde de bu vardı: Bir hayal kırıklığı, belki de bir korku.”
Bir anda rüzgâr savruldu. Gülce’nin tülbenti havalanırken, Yusuf o uçurumun kenarında duranın yalnızca Gülce olmadığını hissetti. Ancak Gülce’nin bakışları Yusuf’a değil, çok daha uzak bir yere çevrilmişti.
Kasabanın uğultusu ve rüzgârın sesi birbirine karışırken, Yusuf’un zihninde tek bir soru yankılandı:
“Bu sınavla yüzleşmek için ne kadar cesurum?”

Karanlığın Defteri

Pazar yerindeki karşılaşmadan sonra Yusuf’un içindeki sessizlik bir türlü dinmedi. Gülce’nin gözleri zihnine kazınmış, tarif edilemez bir çağrının yankısını bırakmıştı. Yusuf, o hikâyeye dahil edildiğini ve bir sınavın eşiğinde olduğunu hissediyordu.
O gece, Yusuf sessizce dere kenarına indi. Kasabanın boğucu havası, geceleri daha derin ve tedirgin bir sessizliğe bürünüyordu. Rüzgârın hafif uğultusu ve suyun akışı bile bu huzursuzluğa ortak olmuş gibiydi. Yusuf, bir kayanın üzerine oturup cebinden küçük defterini çıkardı. Kalemi titreyen elleriyle kâğıda dokundu ve içinden dökülen kelimeleri yazdı:

“Derin yar adımı çağırır.
Dikildim parmaklarımın ucunda.
Bir gamzelik rüzgâr yetecek,
Ha itti beni, ha itecek.”

Bu dizeler, Yusuf’un kendi uçurumunun sesi gibiydi. Gülce, bir bilmeceydi; Yusuf’un yüzleştiği korkuların ve arayışlarının sembolü. Rüzgâr tekrar uğuldadı ve defterin sayfalarını çevirdi. Yusuf derin bir sessizliğin içinde kaybolurken zihninde tek bir soru yankılandı:
“Kurban mı olacağım, yoksa bu fermanı yazan mı?”

Korkunun Sınırında

Kasaba, dağların eteğinde sessizliğin ve sırların iç içe geçtiği bir yerdi. Sabahları tütün tarlalarından yükselen ot kokusu, insana görünmeyen bir ağırlık taşırdı. Bu ağırlık, yalnızca havada değil, insanın ruhunda yankılanan bir geçmişin gölgesiydi. Yusuf, kasabaya geldiği ilk günden beri bu sessizliğin bir boşluk olmadığını, anlatılmamış hikâyelerle dolu bir ayna olduğunu anlamıştı.
Ve o aynada bir gün Gülce’yi gördü. Beyaz tülbenti rüzgârla dans ediyor, kasabanın boğucu havasına karşı özgür bir nefes gibi süzülüyordu. Ama onun bakışları… Yusuf, o bakışlarda yalnızca güzelliği değil, bir uçurumun kenarında sallanan derinliği gördü. O gözler, büyüleyici olduğu kadar korkutucuydu; insanı hem çekiyor hem de geri durmaya zorluyordu.
O an Yusuf’un zihninde eski bir mısra yankılandı:

“Uçurumun kenarındayım Hızır.
Ulu dilber kalesinin burcunda.
Muhteşem belaya nazır.
Topuklarım boşluğun avcunda.”

Gülce, Yusuf için yalnızca bir kadın değil; bir yüzleşmeydi. Onun varlığı, Yusuf’un içinde uzun zamandır taşıdığı arayışa bir cevap gibi yankılanıyordu. Gülce’nin gözleri, Yusuf’a kendi korkularını, karanlıklarını ve hakikati gösteren bir aynaydı. Yusuf, bu uçurumdan geri dönmenin artık mümkün olmadığını hissetti.
Gülce’nin varlığı, Yusuf’ta savunmasızlıkla cesaretin sınırlarını bulanıklaştırdı. İlk kez bu kadar çıplak bir gerçekle yüzleşiyordu: Bu kasabanın sessizliği, onun ruhundaki uçurumla aynı şeydi. Ve o uçurumun kenarında, Yusuf nihayet kendisine sordu:
“Bu derinlikte kaybolmaya cesaretim var mı?”

Rüzgârın Çağrısı

Yusuf, beyaz tülbenti rüzgârda savrulan Gülce’yi pazar yerinde ilk kez gördüğünde, içindeki fırtınanın dinmeyeceğini anladı. Kalabalığın uğultusu silinirken, dünya bir anlığına durdu. Gülce’nin tülbenti, rüzgârda bir kuş gibi süzülüyor; özgürlüğün, belki de bir kaçışın simgesi gibi Yusuf’un gözlerini esir alıyordu.
O gece Yusuf, kendini dere kenarında buldu. Sessizliği bozan suyun akışı, düşüncelerini susturmak yerine daha da belirginleştiriyordu. Gülce’nin bakışları, Yusuf’u uçurumun kenarına getirmişti. Savunmasızdı, ama bu savunmasızlık içinde bir cesaret kıvılcımı taşıyordu.
Defterini çıkardı, kalemi titreyen elleriyle kâğıda dokundurdu:

“Derin yar adımı çağırır.
Dikildim parmaklarımın ucunda.
Bir gamzelik rüzgâr yetecek,
Ha itti beni, ha itecek.”

Yusuf, bu dizelerin yalnızca Gülce’ye bir cevap olmadığını; kendi içindeki karanlığa dokunan kelimeler olduğunu hissetti. Gülce, Yusuf’un korkularını ve arzularını bir aynada yansıtan bir bilmeceydi.
Ve pazar yerindeki o sahne yeniden canlandı zihninde: Gülce’yi izleyen bir çift göz… İsmail. İsmail’in bakışlarında tanıdık bir sevgi ve derin bir hayal kırıklığı vardı. O bakışlar, Yusuf’a bir şey anlatıyordu: İsmail de o uçurumun kenarındaydı.
Yusuf, bu görünmez bağın üçüncü halkası olduğunu fark etti. Ama bu bağ bir karşılaşmadan çok, bir çatışmanın başlangıcına işaret ediyordu. Dere kenarından dönerken, zihninde yankılanan tek bir soru kaldı:
“Bu davete cevap vermeye cesaretim var mı?”

Sırlar ve Çatışmalar

Yusuf, kasabanın eski bir hikâyesini duydu: Gülce ve İsmail’in beşik kertmesi olduğunu. Kasabalılar bu öyküyü sıradan bir masal gibi anlatıyordu. Ama İsmail’in yüzünde, Yusuf’un gördüğü şey basit bir hikâyeden çok daha derindi. Orada kırgınlık, zamana ve duygulara yenilmiş bir uçurum vardı. Yusuf, bu boşluğun derinliğini hissediyor, ama sebebini anlayamıyordu.
Bir gün dere kenarında Yusuf, defterine mısralar dökerken arkasında bir ses duydu:
“Abi, ne yazıyorsun?”
İsmail’di. Yusuf, gözlerini sudan ayırmadan yanıt verdi:
“Uçurumların dilini anlamaya çalışıyorum. Ama her kelime beni daha derine çekiyor.”
İsmail, sessizce yanına oturup küçük bir taşı dereye fırlattı. Suya düşen taşın sesi kısa bir yankı yarattı. Bir süre sonra, İsmail’in sesi gecenin içinde fısıldar gibi yükseldi:
“Gülce’nin bakışında bir uçurum var, abi. O bakış insanı içine çeker, ama bırakmaz. Yıllardır o kenarda dolanıyorum.”
Bu sözler, Yusuf’un içinde derin bir boşluk yarattı. Ne söyleyeceğini bilmeden fısıldadı:

“Ben fakir,
En hakir,
Bin taksir.”

İsmail, bu mısralara sessizce baktı. Onların ağırlığı, ikisi arasında konuşulmayan bir bağ oluşturdu. O gün Yusuf anladı: Bu hikâyeye yalnızca tanık olmayacaktı. Artık o da bir parçasıydı.

Uçurumun Şiiri

Yusuf, bir adım daha attı. Ayaklarının altındaki taşlar boşluğa yuvarlanırken, sessizlik derin bir yankı yaptı. Rüzgâr, Gülce’nin tülbentini bir an havalandırdı; beyaz kumaş, karanlıkta bir yıldız gibi parladı, sonra boşlukta kayboldu. Yusuf gözlerini kapattı ve içinde büyüyen korkuyu hissetti. Ama bu, bir düşüş korkusu değil, kendi içindeki karanlıkla yüzleşmenin korkusuydu.
Gülce’nin sesi zihninde yankılandı:
“Ben senin korkularının aynasıyım, Yusuf. Kendini anlamak için bana bakıyorsun.”
Yusuf, bu sözlerin ağırlığıyla derin bir nefes aldı. Uçurumun kenarında durmak, sınırda beklemek değildi; o sınırı aşma cesaretiydi. Korku, bir engel değil, bir davetti.

“Bir gamzelik rüzgâr yetecek,
Ha itti beni, ha itecek.”

Kalp atışlarını dinledi. O an, varlığının tüm yükünü hissetti: korkuları, arzuları ve geçmişinin yankıları. Sonunda Yusuf, adımını ileriye attı. Bu, bir düşüş ya da bir yükseliş değil; kendi hakikatine atılmış bir adımdı.

Ertesi sabah Yusuf’u ne kalede ne de dere kenarında bulabildiler. Kasabalılar, onun kayboluşuyla bir sır perdesinin aralandığını düşündü. Ancak dere kenarında, taşların arasında bir parşömen buldular. Yusuf’un el yazısıyla şu dizeler yazılıydı:

“Uçurumun kenarındayım Hızır.
Ulu dilber kalesinin burcunda.
Muhteşem belaya nazır.
Topuklarım boşluğun avcunda…
Her saniyede bir can veriyorum.”

Bu dizeler, Yusuf’un sadece kaybolmadığını; kendi içsel yolculuğunda bir sona ya da başlangıca ulaştığını düşündürdü. Kimilerine göre Yusuf, Gülce’nin etkisiyle uçuruma adım atmıştı. Kimilerine göreyse korkularını aşarak başka bir gerçekliğe varmıştı.
Gülce ise o günden sonra kalenin burcunda, rüzgârda savrulan yalnız bir siluet gibi görülmeye devam etti. Kasabalılar, onun Yusuf’u ittiğini ya da Yusuf’un kendi isteğiyle uçuruma yürüdüğünü fısıldıyordu.
Ama bir gerçek vardı: Yusuf’un dizeleri, kasabanın hafızasına kazınmıştı. O şiir, dilden dile dolaşarak bir efsaneye dönüştü. Ve her dizede insanlar kendi uçurumlarını, kendi korkularını sorgulamaya başladılar. Yusuf’un hikâyesi, kasabaya bir efsane bıraktı; ama o efsane, her ruhun içinde yankılanan bir davetti.

Ve rüzgâr, kasabanın sessizliğinde yankılanan Yusuf’un mısralarını taşıyarak, her ruhun kendi uçurumuyla yüzleşmesini fısıldadı.

#, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #, #

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir