Bu öykü, Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” ve Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiirlerinden ilham alınarak, şiirlerinden seçilmiş dizelerle geçmişin özlemi ve yaşamın izleri üzerine kurgusal bir anlatı olarak kaleme alınmıştır.
Yüzüne vuran akşamüstü güneşinin verdiği tarifi imkânsız hissin huzuruyla yatağında uzanmayı çok seviyordu yaşlı kadın. Daldığı derin hayal öncesinde çoğuna göre bir ömre sığmayacak hatıralarla dolu hayatını gözünün önünden geçirdiğinde ‘Ne çok şey yaşadım, birçok çok kişi tanıdım, hani neredeler?’ dedi kendi kendine. Son zamanlarda hayatına dokunan herkesle yaşadığı ilk karşılaşmalar, gözünün önünden bir film sahnesi gibi geçiyordu…
Geçmişe giderek karşılaşma sahnesini yeniden yaşamaya başladı…
Austin marka taksi dolmuşun hızla yaklaştığı durakta bekleyen Zehra biraz önce önlerinden hızla geçerken üzerine çamurlu su sıçratan başka bir arabanın arkasından kallavi bir küfür sallamış fakat şoför duymazdan gelerek yoluna devam etmişti. Taksi dolmuşa bindiğinde üzerindeki çamurlu suyu temizlemeye uğraşırken sıkış tıkış devam eden seyahatte yanındaki beyefendinin verdiği mendil çok işine yaramış ve kirlenen kıyafetlerini silmişti.
Adamın yüzüne bile doğru düzgün bakmadığını teşekkür ederek arabadan indiğinde fark eden Zehra’nın garip gülümsemesi kendisine de yabancıydı. Hayatında hiçbir erkekle gönül ilişkisi kurmadığı için yaşamadığı bir histi bu. Ertesi gün yağmur dinmiş ve İstanbul sokaklarında parıldayan bir güneşin hükmü kendini göstermişti. Sabahın ilk saatlerinde dün yaşadığı olay aklına gelerek yataktan fırlayan kadın aynaya baktığında o garip gülümsemeyi gördüğünde yine yabancılık çekti. Bu hal neydi, ne oluyordu kendine anlamlandıramadı. Her zamankinden daha bir özenle hazırlandığı iş yolculuğu yine iki vasıta ile sonlanacaktı. Bu kesindi fakat o kibar beyefendiyi görerek onun verdiği mendili kendisine takdim edebilme ihtimali çok düşüktü. ‘Koca İstanbul’ Dedi kendi kendine.
Geçen sene yapılan nüfus sayımına göre bir buçuk milyon insan yaşıyordu bu şehirde ve o yabancıyı görme ihtimali bu sayı içerisinden yalnızca birdi. Hem yüzünü bile tam hatırlamıyorken bu karşılaşma nasıl mümkün olacaktı? Her zamanki dolmuş durağında bekleyerek işe gittiği günler günleri kovalamış fakat o beyefendi ile bir türlü karşılaşamamıştı. Hayalden öte gidemeyen bu kibar insana bir isim ile hitap etmek için bir isim bile uydurduğu günler boyunca yalnız yaşadığı evinde onunla karşılıklı sohbetler etmiş, dertleşmişti. Belki de ihtiyacı vardı böyle bir hayale bunu da tam olarak kestiremiyordu.
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim…”
Nazım Hikmet’in bu dizeleri, yıllar sonra dahi Zehra’nın kulağında yankılanıyordu. Yaşamı boyunca tanıdığı herkes bir bir gitmişti hayatından. Ama o, hatıralarında kurduğu dünyada hâlâ onları yaşatıyordu. Düşünceleri çocukluk anılarına, gençlik yıllarındaki hayallerine ve bir dolmuş durağında başlayan o yağmurlu güne doğru akıyordu.
1962 senesinin temmuz ayının on altısında, yirmi beşinci yaş gününe denk gelen pazartesi gününde sıradan bir iş mesaisi başlamıştı. Bir mimarlık bürosunda mimar olarak işe başlayalı ikinci senesi olacaktı Zehra’nın. İlkokula erken başlamasının ardından parlak öğrencilik yılları sonunda hayata erkenden atıldığı için kendini hep şanslı olarak görürdü. Doğum gününe denk gelen mesaisinin öğlen saatlerinde arkadaşları ile yeni yaşını pasta keserek kutlamıştı. Genç bir mimar olarak sıra dışı çizgilerle hayat vermeye çalıştığı binalar çok tercih edilmese de o kendinde sanatsal bir bakış açısı olduğunu söyleyerek bir gün emeklerinin karşılığını alacağı günün geleceğini ümit ederdi.
Masasının üzerindeki eskizleri gözden geçirerek şantiye alanına yola çıktığında İstiklal Caddesi’nde gözü bir resim sergisi ilanına ilişti. Resme de merakı olan genç mimar için bu güzel bir deneyim olacaktı. Yakındaki iş hanının içerisinde bir galeride açılmış olan sergi için yolunu değiştirmesine de gerek yoktu. İş hanının içerisine girerek sergiyi gezmeye başladı. Her bir resme uzun uzun bakarak geçirdiği süre içerisinde ressamın ruh haletini ve resmin anlatmaya çalıştığı kompozisyonu düşündü. Serginin son parçalarını görmek için geçtiği yan salonda sergi sahibi ressamın da bulunduğunu duyunca ressamla tanışmak aklına geldi. Hem teşekkür edip hem de beğenilerini iletecekti.
Sergiyi gezmeyi tamamlayıp ressama doğru ilerlediği sırada garip gülümsemesinin tanıdık bir yüz ile karşılaşması neticesinde yeniden belirdiğini fark etti. Ressam Cevat Bey diğer misafirlerin yanında kendine doğru yaklaşan bu genç hanıma dikkat kesilmiş ve onu nereden tanıdığı ile ilgili düşünmeye başlamıştı. Zehra ilk karşılaşmalarına nazaran üzeri başı çamurlu, saçları ıslak ve pejmürde bir halde değildi fakat Cevat yine aynı şıklığıyla karşısındaydı. Demek ki o kibar beyefendi Ressam Cevat Bey’di diye düşündü genç mimar ve gülümsemesi bir kat daha yayıldı yüzüne.
Kadının yüzündeki tatlı tebessümü fark eden Cevat’ın hafızasında birden o yağmurlu gün beliriverdi. Zehra ve Cevat hoş bir selamlama merasiminin ardından mahcup bir edayla konuşmaya başladılar. Zehra ‘Size sergideki harikulade eserleriniz için teşekkür etmeyi planlamıştım fakat buna bir de mendilinizi paylaştığınız günkü nezaketinizi eklemek üzerime vazife oldu’ Dedi. Kaderin ağlarını ördüğü güzel bir karşılaşma ve kısacık muhabbet sonunda adresler alınmış ve görüşmek için sözleşilmişti.
“Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…“
Nazım Hikmet’in bu dizeleri, Zehra’nın bir köşesinde sessizce yankılanıyordu. Karşılaşmalar, anılar ve özlemlerle dolu hayatında hatırlayacağı en güzel karşılaşma, Cevat’la olanıydı. İkinci buluşmalarının da yağmurlu bir güne denk gelmesi onları daha çok güldürmüş, ilişkilerindeki sıcaklığı artırmıştı.
Tarihi Lebon Pastanesi’nde bir araya gelip çay içtikleri o ilk gün, Cevat, Zehra’ya “Yağmurlu günlerde hayat daha güzel görünüyor, değil mi?” diye sormuştu. Zehra bu soruya içten bir gülümsemeyle karşılık vermiş, “Belki de en güzel hatıralar yağmurlu günlere saklanıyordur,” demişti.
İlk buluşmalarındaki o enerji, yerini artan bir hoşlanmaya ve sevgiye bıraktığı sırada aralarındakinin artık bir aşk olduğunu anlayan genç çift, evlenme kararı aldıklarında tanışmaları üzerinden altı ay bile geçmemişti. Ressam Cevat Bey’in stüdyosundaki bir odayı mimarlık ofisine çeviren Zehra için sanatsal bir gelecek ümidi çamurlar arasından belirmiş ve gerçekleşmişti. Zehra’nın çizimleri eşinin ünü dolayısıyla da kabul görmeye başlamış ve İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde hayat bulmuştu. Evlenmeleri üzerinden geçen beş senenin sonunda ilk çocukları olan Ayşe dünyaya gelmiş, ertesi sene de ikinci çocukları Ali’yi kucaklarına almışlardı.
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,”
Zehra ve Cevat’ın mutluluğu yavaş yavaş olgunlaşıyor, gökyüzündeki yıldızlar gibi hayatlarını aydınlatıyordu. Ancak zaman, bu mutluluğun gölgesine ağır sınavlar da eklemişti.
Akşamüstü güneşi, yerini serin bir rüzgâra, ardından yağmura bırakmıştı. Birdenbire duyulan gök gürültüsü, yaşlı kadını daldığı derin hayalden uyandırdı. Rüya denemezdi buna; çünkü geçmişte başından geçenleri düşünürken, sanki o anın içinde yaşamaya devam ediyordu. Lebon Pastanesi’nin karanfilli çayının kokusu da mı bu hayale dahildi, kestiremiyordu. Psikiyatri muayenelerinde bu sendroma tam bir teşhis koyamamışlardı, ama derin bir hayal ile gerçeğin arasında gidip gelen bir dünyada gezindiğini fark etmişlerdi.
Cevat öleli tam on sekiz sene, iki çocuğunu görmeyeli ise bir seneden fazla olmuştu. Huzurevindeki odasında yalnızca Cevat’ın Yağmurlu Gün tablosu asılıydı. Huzurevi sakinlerinin de bildiği bu hikâyenin asıl kahramanı olan Cevat’ı hiç görmeseler de yaşlı kadının anlatımından sanki tanıyor gibiydiler genç ressamı. Kızı ve oğlu ise neredeyse hiç ziyaret etmedikleri annelerini arada sırada mektupla yokluyor hâl hatır ediyorlardı.
“Hasretinden prangalar eskittim,”
Birçoğuna göre başarı ve mutlulukla dolu güzel bir hayat yerini huzurevinde geçen günlere bıraktığında yaşlı kadın yalnızlığı iliklerine kadar hissediyor ve tarifsiz bir burukluk yaşıyordu. ‘Ne çok şey yaşadım, birçok çok kişi tanıdım, hani neredeler?’ Diyerek geçmişi yaşamaya devam ettiği günlerin her biri birer avuntu ritüeli gibiydi. Cevat’ın sevgi dolu sözlerle ona seslenişlerini özlüyor ve üşüdüğü soğuk yatağında onun sıcaklığını arıyordu. Geceler boyu süren bu özlem nöbetleri yerini hayallerdeki yaşamla birleştiriyor ve ilk karşılaşmasındaki çamurlu mutluluğunu özlüyordu.
“Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül gürül akan bir dünya…”
Huzurevi adı gibi huzurlu bir ev olmuştu ona. Yatağından elini yüzünü yıkamak için kalktığı her gün aynaya uzun uzun bakarak yüzündeki çizgilerin belirginleştiği bu yıllarda dahi yaşlı bedenini beğenerek giyinir ve kahvaltı salonuna inerdi. Kahvaltı salonundaki pencere kenarı masada kahvaltısını yaptığı sırada arkadaşlarıyla sohbet eder ve onları gözlemleyerek gün içerisinde ne yapacağını planlardı. Can dostu Adrienne ile yaptığı kahvaltıdan sonra mimarlık mesleğinden kalma bir titizlikle her gün farklı arkadaşıyla sohbet etmeyi kendine adet edinen Zehra bu özelliğinden dolayı beğenilir ve takdir edilirdi. Kütüphanede karıştırdığı kitaplardan esinlenerek yazdığı küçük piyesleri arkadaşlarıyla canlandırmaya çalışarak içinde bulundukları yalnızlık senfonisini bir nebze de olsa unutturmak için uğraşırdı.
“Dipsiz kuyulara bağırabilsem seni,
Akan yıldıza, bir kibrit çöpüne varana…”
Yaşamı boyunca her ortama enerjisini katmaya çalıştığı günlerde hep kendinden verdiği bu kaynağın son zamanlarda azalmaya yüz tuttuğunun farkındaydı. İlaçlarını alıp günlük rutinlerini tamamlayarak yatağına uzandığı bir akşam daha başlamıştı Zehra için. Bir gece önce uzandığı yatağında hayatının çok büyük bir kısmını birlikte geçirdiği eşi Cevat ile ilk karşılaşmalarını ve ona duyduğu özlemi yad ettiği yatağının hayal konukları bu sefer can dostu Adrienne ve çocuklarıydı.
“Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri…”
Cevat ile evliliklerinin üçüncü ve dördüncü senelerinde peş peşe dünyaya gelen yavrularının onlara kattığı neşeyle geçen seneler şimdilerde çok gerideydi. Annelerine yazdıkları mektuplar da olmasa iyice hayırsız olacaklarını düşündüğü çocuklarını büyütürken çektiği sıkıntılar aklına geldiğinde kalbi sıkışıyor fakat onların iyilikleriyle teselli buluyordu. Yine sonunda kendini teselli edeceğin bir hayalin yolunu tuttu yaşlı kadın. Ayşe’ye hamile olduğunu öğrendiğinde Paris’in banliyö mahallerinden birisi için bir iş merkezi çizimi yapıyordu. O yıllarda ünü Avrupa’da dahi bilinen bir mimar olarak başarılı bir iş kadınıydı. Cevat ile gittiği resim sergisinde tanıştıkları biri sayesinde aldığı bu iş sonunda iş merkezinin üst katlarından iki daire ve bir miktar para alacaktı. İlk çocuğunun şansı olarak gördüğü bu işi özenle bitirdiğinde hamileliğinin altıncı ayındaydı. Temel atma törenine şahit olmak için gittikleri sırada erken doğum sancıları yüzünden Paris’te hastanede yatmak zorunda kalmış ve düşük riski ile geçirilen yaklaşık üç ayın sonunda Ayşe dünyaya gözlerini açmıştı. Yavrusunun şansıyla başladığı bu işin Ayşe’nin aynı zamanda Fransa vatandaşlığı hakkını kazanmasına da sebep olduğu için sevinç duydukları sırada eşinin geçirdiği kalp krizi hayatlarını alt üst etti.
“Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni…”
Cevat ağır bir kalp krizi geçirmiş ve yattığı hastanede kaldığı uzun yoğun bakım sonrasında servise çıkmıştı. Zehra bir yandan Ayşe’nin bakımıyla ilgileniyor diğer yandan Cevat’ın yanında refakatçi kalıyordu. Kalp damar cerrahisi servisinde onlarla ilgilenen hemşire Adrienne’nin onlara karşı şefkatli tutumu diğerlerinden farklıydı. Adrienne daha birkaç haftalık olan Ayşe için yedek kıyafetler getirdiğinde başlayan arkadaşlıklarının ömürlerinin geri kalanında da devam edeceğini bilmiyorlardı. Üzüntüden sütü azalmış Zehra’nın da dert ortağı olan Fransız hemşire Cevat ile de gereğinden fazla ilgilenerek bir an evvel iyileşmesi için elinden geleni yapıyordu. Cevat’ın eve çıkmasına müsaade eden doktorların koyduğu seyahat yasağı yüzünden İstanbul’a dönemeyen çifte Adrienne’nin yardım teklifi hızır gibi yetişmişti.
“Yokluğun, cehennemin öbür adıdır. / Üşüyorum, kapama gözlerini…”
İnsan doğmanın, insan kalmaktan kolay olduğunu bir kez daha anladı Zehra. Adrienne’nin evinde geçirilen bir ay sonrasında Cevat’ın durumu artık seyahate elverdiği sırada arkadaşlarını da alarak İstanbul’a dönmüşler ve minnet borçlarını misafirperverlikleriyle ödemeye çalışmışlardı. Adrienne kaldığı süre içerisinde İstanbul’u gezip yeni yerler keşfediyor ve şehre duyduğu sevgiyi her fırsatta ifade ediyordu.
Adrienne’nin İstanbul hikayesi de böyle başladı.
Bir gün Adrienne müzede bir beyefendi ile Fransızca sohbet etmiş ve bunu şaşırarak Zehra’ya anlatmıştı. Zehra genç hemşirenin yüzüne yansıyan ifadeden durumu kestirse de dinlemeye devam etmiş ve İstanbul’un sürprizlerle dolu bir şehir olduğunu eklemişti. Adrienne yeni arkadaşı Sami ile buluşmalarını sıklaştırmış ve gönül bağına dönen ilişkilerini yıldırım nikahıyla tamamlamaya karar vermişti. Bir süre Paris’te tıp eğitimi de görmüş olan Sami ve Adrienne Fransa’ya taşınacaklarını söylediklerinde can dostları Zehra ve Cevat bu duruma pek bir üzülseler de onların sevinçleriyle teselli bulmuşlardı.
Kötü günlerinde dostluk sınavını geçerek iyi günlerini süsleyen bu çift ilerleyen zamanlarda mektuplarını da seyrekleştirmiş ve zamanın acımasız soğukluğu araya girmişti. Yıllar yılları kovalamış ve Adrienne eşini kaybettikten sonra İstanbul’a dönerek eski dostlarını aramış fakat yalnızca Zehra’yı bulabilmişti. Eşlerini kaderin cilveleriyle bulan bu iki arkadaşın ömrünün son demlerinde de kaderleri kesişti. Adrienne’yi kendi kaldığı huzurevine davet eden Zehra o günden sonra kendini daha güçlü hissederek hayata yeniden tutundu.
Zehra’nın gözleri yavaşça açıldığında, odasına dolan hafif lavanta kokusunu fark etti. Başucunda duran eski bir vazo içinde taze karanfiller vardı. Çocukları mı getirmişti? Yoksa Adrienne mi? Derin bir nefes alarak doğrulmaya çalıştı, ancak bir ağırlık hissi onu geri çekiyordu. Yatağının kenarında, bir zamanlar Paris’te tanıştığı, sonra İstanbul’a gelen Adrienne oturuyordu. Elinde tuttuğu eskimiş bir mendili Zehra’ya uzatarak hafifçe gülümsedi.
“Hatırlıyor musun, o yağmurlu günü?” dedi Adrienne. “Bu mendil, sana getirdiği anılarla hep yanımda kaldı.”
Zehra mendili eline aldığında, o gençlik günlerinin heyecanı bir anlığına odasına doldu. Mendilin köşesine nakışla işlenmiş “C.C.” harflerini gördü. Gözleri doldu; bu, Cevat’ın ona verdiği mendildi. Adrienne’nin burada olması bir hayal olamazdı, çünkü çocuklarının sesini de dışarıdan duyabiliyordu.
Adrienne devam etti: “Biliyor musun, Zehra, bazen geçmişi bir tablo gibi asarız duvarlara. Ama o tabloya her baktığımızda, resmin içinde saklı bir kapı açılır. Bugün bu kapıyı açmaya geldim.”
Tam o sırada kapı aralandı ve Zehra’nın çocukları içeri girdi. Ellerinde eski bir albüm vardı. “Anne, bunu bulduk,” dedi Ayşe. “Senin eskiden sakladığın albüm…” Albümün kapağına dokunduğunda Zehra, birden o anın gerçekliğini hissetti. Hayat ona son bir sürpriz yapmıştı.
Biraz sonra Adrienne, çocuklar ve Zehra, albümün sayfalarını çevirirken kahkahalarla dolan o huzurevi odası, geçmişin ağır gölgesinden sıyrılarak yeni bir güne dönüştü. Zehra başını kaldırıp pencereye baktı. Güneş, yağmur sonrası ışıldıyordu. Fısıldar gibi konuştu:
“Bazen yağmur anıları getirir, bazen de güneş onları aydınlatır. Bugün her ikisini de gördüm. Ne büyük bir hediye…”